1. HABERLER

  2. GÜNCEL

  3. Cahit Kılıç'ın Karslı Günleri...
Cahit Kılıçın Karslı Günleri...

Cahit Kılıç'ın Karslı Günleri...

haberx.com yazarı Karslı hemşerimiz Cahit Kılıç, Kars'ı anlatan öyle güzel bir yazı kaleme aldı ki, bu yazı sizi çok ama çok eskilere alıp götürecek...

A+A-

İşte Çahit Kılıç'ın "Karslı Günlerim" yazısı :

Rahmetli Murat Çobanoğlu’ndan dinlemiştim. Şöyle bir düşündüm de; üstünden tam 34 yıl geçmiş.

Uzun süredir görüşmediği bir çocukluk arkadaşıyla karşılaşır rahmetli. Sarmaş dolaş olurlar, başlarlar hal hatır sormaya:

-Söyle bakalım Ahmet, nelerle meşgulsün, neler yapıyorsun?

Ahmet, Kars’ımızın o güzel renklerinin birinden; bir Yerli.

-Valla, ne edim Murat. Tüccar oldum, tosun mosun alıp satırim. Boş zamanlarımda spora gedirim, güreş müreş de dutirim. Ya sen ne edirsin?

-Valla Ahmet, bildiğin gibi işte. Ben de hâlâ saz çalıp türkü ohurim...

- Desene daha bir baltaya sap olamamışsın...

***

Geçenlerde eski bir arkadaşımla karşılaştım. Hal hatır soruştuk karşılıklı. Nelerle meşgulsün diye sorunca; üstad Çobanoğlu rahmet istemiş olmalı ki yukarıdaki anekdot aklıma geldi. Anlattıktan sonra, kendime uyarlama bölümüne geçtim:

-Valla, emeklilikten sonra internet sitelerinde köşe yazarlığı falan edirim. Şiir miir de yazırim. Artık aklan ne gelirse karalayıp gedirim işte...

-Desene hâlâ bir baltaya sap olamamışsın...

Gülüştük...

***

Şehir Kulübünün köşesinde sımışka satardı Kurban Emi...

Vali Konağının önünden ta Göl Yeri’ne kadar sallanıp giden Karadağ caddesiyle İstiklâlî Millî caddenin kesiştiği noktanın bir köşesinde Rus yapısı tek katlı taş binada Şehir Kulübü, karşı köşede gene Rus yapısı çok katlı taş binada Kars Belediyesi, diğer köşede ise betonarme binada Orduevi vardı...

Kars Alparslan Lisesi’nin önünden başlayarak o zamanki Yeni Mahalle’nin sonuna kadar uzanan İnönü caddesini yürümeye başladığınızda; solda sonradan yapılan devlet hastanesi ve stadyum, sağda Gazi İlkokulu, aygır deposu ve eski mal meydanı vardı. Biraz daha ileri devam edip Çaylak dedikleri yere gelmeden solda sıralanan sokakların birinde, bir oda bir aralıktan ibaret toprak damlı evinde; yaşlı karısıyla bir Köroğlu bir Ayvaz yaşıyordu Kurban Emi... Hiç çocukları olmamıştı...

Ufacık boyundan dolayı bazı komşuları ona “Bala Gurban” diyorlardı. Bit pazarından aldığı müstamel ceketi dizlerine kadar uzanırdı. Başında koyu renkli bir şapka, kırışmış alnını kapatırken nerdeyse gözlerine kadar inerdi. Yoksulluğun ve kuru soğuğun kavruk kavruk kavurduğu kapkara yüzünü, yaşlandıkça büyüyen kocaman burnu kapatır gibiydi. Pörtlek gözleri biz çocuklara korkutucu gibi gelse de; hafif sakalı ve bembeyaz bıyıklarıyla tebessüm ederdi çoğunluğu oluşturan biz çocuk müşterilerine... 

Kar, kış, tipi, boran, yağmur, çamur demeden her sabah erkenden kalkar yola koyulurdu Kurban Emi... Bir kolunda içi sımışka (Bildiğimiz ay çekirdeği, günebakan. Rusça’daki “semeçki”den, Kars ve havalisinde olmuş “sımışka”.) dolu yöresel ağızla külek ya da cıngır da denilen metal kovası, diğer kolunda altına teneke kapatılmış bir kalbur kasnağına benzer yuvarlak tezgâhı ve küçücük bir tabure...

Ben okul yoluna koyulduğumda her sabah, zaman zaman Kurban Emi’ye de rastlıyorum okul güzergâhında; kaldırımın bir kenarına iliştirdiği taburesinin üstüne oturmuş soluklanıyor. Birazdan yola devam edecek...

***

Çocuk yaşta babasını kaybeden Maksim Gorkiy, bu kayıptan dolayı annesiyle birlikte Astrahan’dan Nijniy Novgorod’a göç etmek zorunda kalır. Bendeniz, “Çocukluğum” adlı romanında Nijniy Novgorod’u  ve Nijniy Novgorodlu yıllarını ustaca anlatan bir Maksim Gorkiy olamayacağıma göre, çocukluğumun Kars’ını ve Karslı yıllarımı da bir Maksim Gorkiy ustalığında nakşedemem elbette. Artık, dilimin döndüğünce, edebî gücümün elverdiğince tasvire çalışıyorum... Karslı ağzıyla: Allah ne vermişse...

***

İstiklâlî Millî Cadde’nin bir köşebaşında açardı tezgâhını Kurban Emi... Şehir Kulübünün olduğu köşede...

İçeride şehrin varlıklı iş adamları, makam ve mevki sâhibi bürokratları, politikacıları, isim yapmış hekimlerı, avukatları...  İskambil oyunları çevriliyor, rakılar, viskiler eşliğinde şehrin ve ülkenin âli meseleleri konuşuluyor. Her seferinde bugün de olduğu gibi devlet ve millet kurtarılıyor...

Dışarıda kuru ayazın kapkara kestiği yüzü ve donmaya yüz tutmuş kara kuru elleriyle tezgâhını açmaya çalışan Kurban Emi... Küçük taburenin üstüne yerleştirdiği altı tenekeyle kapatılmış kalbur kasnağına benzer tezgâhına metal kovadan boşalttığı sımışkalar... Eski gazete kâğıtlarından titreyen elleriyle bükerek hazırladığı küçük külahlar... Sımışkanın içinde gene tenekeden yapılmış kulplu küçük bir bardak ve o bardağın silme dolusu sımışka: 25 kuruş...

Kış günü kim sokak ortasında sımışka çıtlayacak! Yakındaki Orduevi sinemasında sımışka çıtlamak yasak. Yeltekin sineması belki açılmamış daha o yıllarda. Şehir sinemasının en ön koltuklarının bileti biz veletlere 75 kuruş. Sürüyle gidiyoruz sinemaya; köşebaşında Kurban Emi’den 50 kuruşa 2 teneke bardak da sımışka alıyoruz. Her seferinde ağzından belli belirsiz aynı sözcükler dökülüyor: Bereket versin...

***

Beyoğlu’ndaki İstiklâl Caddesi İstanbul için ne ise, İstiklâlî Millî Cadde de Kars için o idi. Diyebiliriz ki kültürün, sanatın merkeziydi. Zamanın tek eğlencesi sayılabilecek sinemaların bu cadde üzerinde olması da caddenin önemini artırıyordu.

Biz çocukların, ikinci elden Texas, Tommiks gibi kitapları alıp sattığımız ana mekândı bir kere... Bizim caddemizdi yahu!

(Adını ne halt etmeye değiştirdiniz o caddenin?  Atatürk’ün adını verecek başka cadde mi yoktu sanki? “Kuva-i Milliye” ve “Ya istiklâl ya ölüm” gibi, Kurtuluş Savaşı’nın ölümsüzleşmiş deyimlerinden oluşan bu ad, kimi ne diye gocundurdu?)

Şehir Kulübünden aşağı doğru inildiğinde, solda sağlık ocağı ve Dr. Cengiz Askeran’ın Şifa eczanesi, aşağılara doğru da Yeltekin ve Şehir sinemaları vardı. Sağda ise Ekinci Gazetesi ve matbaası... Camdan dizgileri hazırlayan ustayı ve baskı makinesinin çalışmasını izler, büyüdüğümde o gazetede yazmayı hayâl ederdim.  Ekinci Gazetesi hâlâ yaşıyor mudur acep? Eğer yaşıyorsa; sırf çocukluk arzumu gerçekleştirmek için bir makalemi yayınlarlar mı ya Râb?

(Varlığını sürdürdüğünü görmekten büyük mutluluk duyduğum Hüryurt Gaztesi de, eğer hafızam bana ihanet etmiyorsa: Karadağ Caddesi üzerindeki emniyet müdürlüğüne bitişik binanın köşesindeydi...)

Daha aşağılara doğru inildiğinde sıra sıra dükkânlardan aklımda kalanlar: Bir fotoğraf stüdyosu, kırtasiye malzemleriyle gazete ve dergileri satan bir kitapçı dükkânı, başka yerlerde çay 10 kuruş iken, Filiz çayından demli çayı 25 kuruşa satan Filiz Çay Evi, Hamza Beşmart’ın dükkânı (sonraları galiba Akay Beşmart o dükkânı avukatlık bürosu olarak kullanıyordu)...

Fotoğraf stüdyosunun adı yanlış hatırlamıyorsam FOTOSPOR idi. Herküle özenen kuzenimle birlikte orada belden yukarımız çıplak, incecik bedenimiz ve kıldan kollarımızla şişinerek herkül pozu vermiştik! Hevesle çektirilen fotoğraf çıktığında; çıtkırıldım hâlimizi görünce hem üzülmüş hem de maskaralığımıza bol bol gülmüştük!..

Kitapçının önünde dizi dizi gazete ve dergiler: Cumhuriyet, Tercüman, Hürriyet ve diğerleri 25 kuruş. Haftalık Akbaba mizah dergisi 75 kuruş. Bir de el büyüklüğündeki boyutuyla Ustura mizah dergisi var, Aziz Nesin hazırlıyor ve haftada bir Günaydın Gazetesi’nin ekinde veriliyor... Gene bir de o zamanlara özgü haftalık Fotoroman dergileri var bol bol. Beherinin  hedayesi 50 kuruş... Her hafta alacaksınız ki bilmem hangi aktörle hangi aktrisin oynadıkları fotoromanın bir sonraki bölümünü okuyasınız. Almazsanız dizinin bir bölümünü kaçırmış gibi olursunuz... Tıpkı bitmek tükenmek bilmeyen şimdiki diziler gibi...

O dükkânların sırasında bir de özel sipariş üzerine kundura diken bir kundura ustası vardı. Cennetmekân dedem, hep o ustaya sipariş verir, hep oradan özel dikimli kunduralar giyerdi...

Cadde üzerinde ve şehrin hemen her yerinde tüccar terziler vardı. Konfeksiyonculuk, hazır giyim nedir bilmezdik... Hemen herkes, elbiselerini o terzilere sipariş eder, bir ya da iki defa da provaya giderdi...

Biraz daha aşağı inildiğinde, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa sol köşede Ziraat Bankası şubesi, daha aşağılara gidince de gene sol tarafta Bal Hotel vardı. O günkü şartlarda Kars’ın modern şartlara haiz en lüks oteliydi Bal Hotel. Deri koltuklarla, düzgün perdelerle, halılarla tefriş edilmiş geniş bir lobisi vardı. Geçen bir sitede “Hâlâ duruyor mu?” diye sordum. Bir hemşehrim: “Maliye el koydu ve lojman yaptılar” diye cevap yazmış. Üzüldüm tabiî...

Ha bir de unutmadan: Kars’taki orta hallisinden en kıytırığına kadar bütün otellerin isminde “palas” geçerdi o tarihlerde. Saray yani... Bir kısmı, bit pire kaynayan saraylar...

***

Çağ değişiyor, Daha doğrusu çağ, şehirleri, kasabaları, köyleri, insanları ve insanların yaşam biçimlerini, geleneklerini, göreneklerini değiştiriyor... Şimdi özlemle yâd ettiğimiz Kars da değişmiştir tabiî... Klasik Rus mimarisinin hemen her ögesini barındıran o güzelim taş binalarıyla, yollarına parke taşları, kaldırımlarına kiremit rengi karolar döşenmiş o geniş caddeleriyle övündüğümüz Kars da değişmiş, çağa ve betona ayak uydurmuştur mutlaka... Gitsek görsek hayâl kırıklığı, gitmesek yürekteki hasret ateşi...

***

Cadde-i Kebiri dolaşıp geriye doğru yokuşu tırmandığınızda; köşede kocaman şapkasının yarısını örttüğü o pörtlek gözlerin, Kurban Emi’nin gözlerinin size “gel gel” ediyor olduğunu hissediyorsunuz. “Gel gel” diyor, “gel de iki bardak sımışka daha al ki, akşam eve bir somun ekmek götürebileyim!”...

Sinemadan sonra cebinizde kalan son 25 ya da 50 kuruşu Kurban Emi’inin tezgâhına koyarak bir ya da iki bardak sımışka daha alıyorsunuz. Yaşınız 12 ya da 13, bilemediniz en çok 14... O yaşınıza rağmen durumu kavrayabiliyorsunuz: Maksat “çiğit çırtdamak” değil; Kurban Emi akşam eve bir somun götürsün...

 Cahit Kılıç

İstanbul, 11 Nisan 2011

 

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
8 Yorum