1. HABERLER

  2. GÜNCEL

  3. Kopuzlu'dan II. Yanıt -1-
Kopuzludan II. Yanıt -1-

Kopuzlu'dan II. Yanıt -1-

Bir kitap: ÇARLIK RUSYASI YÖNETİMİNDE KARS VİLAYETİ-II

A+A-

Nusret KOPUZLU

Çok öyle yan bakma Moskof sen ona,

Zafer nişanıdır Kars’ın kalesi!

Nice bin düşmana bozgun salmıştır;

Osmanlı şanıdır Kars’ın kalesi!

Karslı Bahrî (1854)

 

Rus işgal ve istilâ yıllarını, neredeyse “altın devir” olarak takdim eden ve Rus meddahlığı tüten bir kitap karşısında tavrınız ne olur?

 

1828-1918 yılları arasında, 110 yıl boyunca, binlerce can ve hesapsız toprak verdiğimiz bir çağı nasıl değerlendirmeliyiz?

 

Tarihçi Ahmed Refik, 1918 yılında ziyaret ettiği Kars’a ait notlarında şu ifadeleri kullanmıştı: “Kars, hamâset ve celâdet beldesidir. Kars nâmı anıldığı zaman her Türk’ün ruhunda kahramanlık hisleri uyanır. Oralarda Türk’ün en şanlı müdafaalarını tahattur etmemek gayrikabildir.

 

Gel gör ki hamâset ve celâdetin ne olduğunu anlamayan yahut bu duygularımızı her fırsatta boğmaya çalışan fesat planlı bir faaliyetin sâlikleri, bu bölgede yaşanan tarihî hercümerci hatırlamamıza bile tahammül edemiyorlar… Halkımızın vicdanında ve Süleyman Nazif’ten Necip Fazıl’a kadar birçok şair ve yazarın kaleminde Rus’un niçin Moskof olduğunu anlamıyorlar.

 

Genç tarihçi hemşehrimiz Candan Badem’in Çarlık Rusyası Yönetiminde Kars Vilayeti adlı kitabıyla ilgili düşüncelerimizi kaleme almış ve dergimizin bundan önceki sayısında neşretmiştik. Bu yazımız, Kars basınında da yankılandı. Meğer çamura taş atmışız!

 

Kars’ın esaret yıllarına adeta Rus gözüyle bakan hemşehrimiz, özür dilemenin bir erdem olduğunu idrak edemediğinden, Kars’ta bir internet sitesinde “Nusret Kopuzlu’ya Yanıt” başlığı altında uzun bir yazı yayımladı. Eleştiriye tahammül edemeyen Badem’in “yanıt”ı, dil, üslup ve ilmî derinlikten mahrum, darmadağınık bir lâf salatası… Kitabıyla ilgili ciddî eleştirilere cevap verememiş, lüzumsuz teferruat içinde boğulmuş ve işi çocukça bir dalaşmaya çevirmiştir.

 

Kısa zamanda şöhret olma yokuşlarında susayan tarihçi, önyargılı ve her zamanki gibi internet sitelerinde herkesle dalaşmaya alışık olduğundan, hiç üşenmeden sayfalarca yazı yazmış. Kendini savunurken de geri adım atmamaya gayret etmiş. Tutunamayacağı hususlara hiç temas etmemiş, kıyıdan köşeden azıcık tutunabildiği hususlarda da ölçüyü kaçırmış.

 

Biz, Sayın Candan Badem’in metodunu değil bu yazıda da kendi metodumuzu kullanacağız. O, hakaret ediyor ve fikren sevmediği kişilerin çalışmasını yok sayıyor. Biz, ideolojik kaygılardan uzak, hür ve bilimsel düşünceyle, eğriye eğri, doğruya doğru diyerek yazıyoruz.

 

Kitabı üzerindeki değerlendirmelerimizi dikkatle okuyup, bundan sonraki ilmî çalışmalarında yararlanacağı bir metodoloji dersi çıkarması gerekirken, maalesef hayranlık duyduğu, insanlık katili Stalin’in şiddet, nefret ve öfke dolu yolunu tercih etmiştir.

 

Stalin’in prensibini şöyle tarif ederler: “Adam yok, problem de yok!

 

Meselâ, 1936 nüfus sayımının sonuçlarını beğenmemiş! Çünkü halkın büyük bir kısmı
kendini hâlâ Hıristiyan yahut Müslüman olarak tanımlıyor. Bunun üzerine sayım komitesi yöneticilerini kurşuna dizdirmiş!

 

Badem de bakıyor, kim Rus-Sovyet hayranı değilse çekiyor kılıcı!

 

Vur fakat dinle!” deseniz de durmaya ve dinlemeye tahammülü yok!

 

O, fevkalâde imkânlarla bir yığın belgeyi görmüş; fakat bu malzemeden arzu edilen seviyede bir eser çıkaramamıştır! Kırk dereden su getirme çabasıyla Rusça sınavından aldığı puana kadar sayıp dökmesi bundandır! Çok söz, mugalâtanın, çaresizliğin ve girdapta sıkışmanın ifadesidir.

 

Badem diyor ki, “Doğrusu Fahrettin Kırzıoğlu okulundan bir tepki bekliyordum ama biraz daha düzeyli olmasını isterdim.

 

Biz soruyoruz: “Yazarın 1943 tarihli bir çalışmaya takılıp kalması çok garip! Prof. Kırzıoğlu, 1953’te çıkan Kars Tarihi’nden sonra 1960’lı yıllarda yazdığı Osmanlıların Kafkas Ellerini Fethi başlıklı doktora tezi başta olmak üzere 2000’li yıllara kadar çok değerli eserler kaleme aldı. Sempozyumlarda sunduğu tebliğler, üniversite yayınları nerede?

 

O saçma sapan bir soruyla cevap veriyor! “Asıl ben size soruyorum, nerede? Madem Kırzıoğlu’nu savunmaya soyundunuz, o zaman bulup göstersenize konumuzla ilgili şu değerli eserleri!

 

Şimdi ne yaparsınız? Adanalıların bir sözü var ama buraya yazamayacağım!

 

Mübarek, bir işaret fişeği atmış ve pusuya yatmış; bir tepki bekliyormuş, üstelik de düzeylisinden! Neyi bulup göstereceğim? Erivan arşivlerinde belge buluyorsun da Ankara’da Türk Tarih Kurumu tarafından defalarca basılan eseri göremiyor musun? “Nerede?” sorumuzu anlamazlıktan gelen bir şark kurnazlığıyla mı yoksa Türkçe problemi olan biriyle mi karşı karşıyayız?

 

Soyunmak ne demek? Biz o satırları hatta şu yazıyı yazarken giyinmiş vaziyetteyiz, soyunarak yazı yazmayız!

 

Bizim yazılarımız bir Kırzıoğlu savunması değildir! Ne bizim böyle bir görevimiz ve mecburiyetimiz var ne de merhum Hocamız Kırzıoğlu’nun böyle bir şeye ihtiyacı var! Öyle anlaşılıyor ki Badem, eleştireyim derken ipin ucunu kaçırdığını anlıyor ve bir tepki bekliyor! Ne çare ki Kırzıoğlu sendromunun ilâcı yok!

 

Genç tarihçimiz, nedense kimsenin bilmediği bir Kırzıoğlu portresi çizmek için çaba sarf ediyor. Kırzıoğlu’nun bir kitabının önsözündeki şu ifadeleri, Badem’i utandıracak mahiyettedir. “Çalışmalarım sırasında bana büyük yardımları dokunan Muhterem Hocam Zeki Velidî Togan ve İsmail Hami Danişmend Beğlere, Rusçadan tercümeler yapan Bakülü arkadaşım Mirza Bala ile eski Oltu Meb’usu Yasin Akdağ Beğlere ve Gürcücenin hususiyetlerini anlatan askerlik arkadaşım Batumlu Ahmet Sevük’e, Beyoğlu-Bomonti’deki Katolik Gürcü Kilisesi Kütüphanesinden istifademi sağlayan ve Gürcüceden tercümeler yapan Ahıskalı dostum Pol’e burada teşekkürler ederim. Eserdeki yanlış ve eksikleri gösterecek, ilmî tenkitlerle doğrunun daha iyi bulunabilmesine yardım edeceklere de şimdiden teşekkür ederim.”

 

Badem, ilmî metot ve ölçüden nasip almış biri olsaydı, merhum Hoca’nın teşekküründen bir hisse alabilirdi; hâlbuki şimdi sadece bir teessüfü hak ediyor. Zira o, bu ifadelerdeki asil duruşu takdir edemiyor, aksine hakarete yelteniyor.

 

Candan Bey, iyi niyetli olmadığı, Kırzıoğlu’na karşı kin ve intikam üslûbu kullandığı için huzursuzdur. Yüzlerce makale ve kitap arasından 1943’te bir heyetle yazmış olduğu kitabını kullanıyor. Üstelik Hoca’nın 1953’te çıkan Kars Tarihi adlı kitabının önsözünde, söz konusu kitaptaki yazısının çarpıtıldığına dair beyanını da dipnota kaydederek… Şahsen biz o kitabı görmedik. Hoca kendisi bile hiç anmadığına, sonraları daha olgun eserler yayımladığına göre 1943’te çıkan bir derlemeye niçin bakalım, değil mi?

 

Mugalâtaya bakar mısınız: “Kars tarihi Kırzıoğlu ile birlikte kapanmıştır, artık bu konuya kimse el atamaz mı deseydim?” buyuruyor. Hayır, öyle bir şey diyen yok! Ne yazarsan yaz; sadece terbiye sınırları dâhilinde kal; saldırma, hakaret etme, diyor ve sizi bilimsel metotları kullanmaya davet ediyoruz.

 

Kürtleri, Lazları ve hatta Malakanları bile Türk yapmış bir tarihçiye dünyanın neresine giderseniz gidin aşırı milliyetçi denir. Kopuzlu’nun kendisi lafı dolaştırmadan, açıkça “Evet, Kırzıoğlu doğru söylemiştir, Kürtler Türktür” diyebiliyor mu?

 

Merhum Prof. Kırzıoğlu, Badem’in söz konusu ettiği topluluklarla ilgili araştırma, inceleme ve ilmî mülâhazalarını yine ilmî plâtformlarda, sempozyumlarda ve Türk Tarih Kongrelerinde bildiri olarak sunmuştur. Takdir edilir ki, bu bildiriler, ilmî kurullardan geçerek neşredilmiştir.

 

Eğer bu bildirilerde kabul görmeyen hususlar olursa, bir başkası bu tezler üzerine yine ilmî metotlarla çalışır ve bu çalışmalarını yine bilimsel ortamlarda bilim âlemine sunar. Peki, Prof. Kırzıoğlu’nun bildirileri karşısında Badem gibiler ne yapmıştır? Kabul etmiyor ama kendisinin yaptığı gibi dedikodu yapmış, bulaşmış, sataşmış ve saldırmışlar; ilmî bir çalışma ortaya koyamamışlardır. Eğer aksini savunuyorsa Kırzıoğlu’nun konuyla ilgili yayınlarını ve bu arada merhum Van Mebusu İbrahim Arvas’ın Tarihî Hakikatler adlı kitabını okuyup ilmî metotlarla bir eser ortaya koymasını bekliyoruz.

 

Merhum Hocam Prof. Kırzıoğlu (1917-2005), dünyanın ve üzerinde yaşadığımız coğrafyanın soğuk savaş zamanında yaşamış bir tarihçidir. Birinci Dünya Savaşı’nın yaraları henüz sarılmışken patlak veren İkinci Dünya Savaşı’nın akıbeti belli olduğu bir sırada Stalin Rusyası, iki kızıl Gürcü profesörüne bir makale yazdırıp yayımlatarak Türkiye’den toprak talebinde bulunmuştu. Bu makalede Kırzıoğlu’nun memleketi Kars’tan Trabzon’a kadar olan yerler talep ediliyordu. Başta Prof. F. Köprülü, Prof. Z. F. Fındıkoğlu ve Kırzıoğlu olmak üzere birçok Türk aydını bu yazıya çok sert cevaplar kaleme aldılar. Böyle bir sosyal ve siyasî atmosferde yazı yazarken bugünkü üslûbu kullanmak beklenebilir mi? Badem’in idrak edemediği hususlardan biri de bu!

Şahsıma yönelttiği soruya gelince: Kopuzlu, hiç kimsenin milliyetini tayin ve tespite memur değildir. Kim kendisini nasıl tarif ediyorsa, bize bu tarifi kabul etmek ve saygı duymak düşer. Siz hangi hak ve salahiyetle etnisite zabıtalığı yapıyorsunuz? Asıl ırkçılık bu değil mi? Yoksa bir gizli-azınlık ırkçısıyla mı karşı karşıyayız? Zira Türkiye’de böyle bir muamma/problem de var. Kopuzlu, Badem’in Türk olduğunu iddia edemeyeceği gibi herhangi bir topluluk hakkında da Türk’tür veya değildir iddiasında bulunamaz.

 

Şu hususu da ilâve edelim: En az bin yıldan beri aynı memlekette ve ortak kültürel değerleri paylaştığımız insan kim olursa olsun onu kendimizden sayarız. O kendini nasıl tarif ederse etsin, biz ona dost, akraba, arkadaş, komşu, hemşehri vs. gibi kelimelerin ifade ettiği duygularla yaklaşırız. Kürtler de bu cümledendir. Bunun zıddı öteki veya düşman gözüyle bakmaktır. Galiba yanlış ve hatta ayıp olan da budur, değil mi?

 

Badem, hâlâ uçaska/uçastokı vadilerinde dolaşıyor! Kendisi, “Yerli halk da uçastok kelimesinin çekime uğramış hali olan bu uçastka şeklini duyarak bu şekilde (biraz da sadeleştirerek uçaska şeklinde) telaffuz etmiştir. Kitabımdaki Türkçe belgelerde de halkın bu telaffuzu yer alır. Ancak biz doğrusunu yani uçastok yazmak durumundayız.” diyor! O hâlde Rusça bilmeyen birinin kitabında uçaska demesini niçin bu kadar problem hâline getiriyorsun? Bu Rusça kelimenin doğrusu ne olursa olsun, halk tarafından uçaska şeklinde kullanılmıştır! Azerbaycanlı Şâir Ahmed Cevad’ın 1915’te Bakü İslâm Cemiyet-i Hayriyesi görevlisi olarak Kars’a geldiği günlerde yazdığı yazıya bakıyorum: “Horasan uçastkasına altmış bin ruble bırakıldı.” diyor.  Bu kelime Azerbaycan’da günümüzde de bu şekilde kullanılmaktadır. Tıpkı Arapça ve Farsça kelimelerden bazılarının Türkçede ses ve hatta anlam kaymalarına uğrayarak kullanıldığı gibi!

 

Bizim Rusçayla bir derdimiz yok! Hatta öğrenilmesi gereken önemli dillerden biri olduğunu düşünürüz. Sizin kitabınızı da bu samimi duygularla karıştırdık. Biz, Rusça bilmek, insanı Rusçu olmaya götürmemeli diyoruz; yanlış mı? Rusça notunuz yüz üzerinden beş yüz olsa da kitabınızda yerdiğiniz Prof. Akdes Nimet Kurat’ın yarısı kadar Rusça bilemezsiniz! Ama o, Rusçayı ilmî amaç için kullanmıştı, birilerine kullanılmak için değil!

 

Müellif, kitabında olduğu gibi söz konusu ‘yanıt’ında da ilmî dili kullanamıyor, argo ve sokak dili kullanıyor. ‘Numara’ ‘soyunmak’ ve ‘küçük dizgi hatalarından medet ummak”tan bahsediyor. Bu ifadedeki seviyeyi okuyucuya bırakıyoruz. Lâkin kendisinin ne yaptığından haberi yok! Rusça sbornik/sborik, Divitskiy/Devitskiy kelimelerindeki tek harf hatasını çok önemliymiş gibi dile doluyor! Diğer taraftan bölge ahalisinin bildiği Tkhilvana ismini Tirvana, Koçak’ı Koçatı, Zığaristav’ı Harıstav, Daneden’i Taneydan, Çikora’yı Çikolar yapmakta beis görmüyor! Hatta “Dinimizi tahrik, Türklüğü tahrik ifadelerinde de galiba tahkîr’le tahrik karıştırılmış.” gibi nazik düzeltmemizi bile üstüne almıyor; yanlış değil diyemiyor, düzeltme dürüstlüğünü gösteremiyor; filânın ifadesi diyerek üstünden atıyor! İyi de nakleden ve okuyucuya sunan sensin; o hâlde doğrusuna dipnotla veya parantezle işaret etmeli değil miydiniz? Faydalandığınız kaynaklardan alıntı yaparken bir yanlışı bile bile nasıl görmezlikten gelirsiniz? Doğrusu ya almazsınız ya da yanlışa işaret edersiniz, değil mi?

 

Bizim yazımızda ne kendisine, ne Ruslara, ne Ermenilere ve ne de Gürcülere hakaret sözü yok! Biz diyoruz ki Posofluların milliyetini şu veya bu şekilde tartışma konusu yapmak, belirsiz ifadeler kullanarak ortada bırakmak yanlıştır. Bu konuda bile net duruşunuz yok! Bazı Gürcü akıldaneleri, yüzyıllardır bu bölgede hatta son yüzyılda sürgünlerde Türk olarak yaşayan Ahıskalılara da Gürcü diyorlar! Bu tür konulara ya girmeyeceksiniz, ya da araştırıp yazacaksınız. Okuyucuyu tereddüt içinde bırakmak yanlıştır.

 

Kimseye insanlık dersi vermek ne haddin ve ne de hakkındır, önce bunu öğrenmelisin!

 

1855’te Rusya’da şu kanun çıktı mı çıkmadı mı? Ruslar Türkleri aşağılamak için filan kelimeyi kullandı mı kullanmadı mı? Bunlara evet veya hayır desen ne değişir? Neticede Ruslar Türklere zulmetmiştir! Ülkelerini işgal, istilâ ve ilhak etmiş; halkı göçe zorlamış, tarihî hatıralarını silmiş, elinden gelen fenalıkları yapmıştır (Meselâ Çarlık zamanında yıkılanlardan da bahseden yazı: Dr. Phil. İlhan Akçay, Kars’ta İslâm-Türk Eserleri, Diyanet Dergisi, c. 5. Kasım 1966, Sayı. 11, Sayfa 309-311). Neden bunlara işaret etmiyorsun diye soruyoruz! İşte Ermeni belâsı onların eseri değil mi? Yüzyıllarca bir arada yaşayan Türklerle Ermenileri bu hâle kim getirdi? Görüştüğünüz Ermenilerden birine sor, öğren.

 

Şu kitabın şu cildi çıkmış da diğer cildi niçin çıkmamış? Yahu bir insan elindeki malzemeyle yapmayı tasarladığı çalışmalara göre bir plân yapar. Bu plânda yer alan bir bütünün a veya c şıkkını tamamlar, diğeri kalabilir. Yani maddî imkân bulamaz, bir mani çıkar veya ömrü vefa etmez. Bu tasarı veya plânı Hoca’nın kitaplarının önsözünde zaten görüyoruz. Şimdi siz onu nasıl ve ne hakla sorguluyorsunuz? Zaten önce bu plânını gerçekleştiremediği için kendisi üzülmüştür, sana ne kalıyor?

 

Candan Badem, bizim de dipnot ve kaynak belirtmediğimize işaret ediyor ve suçluyor. Affedersiniz, sizin için öyle şeylere gerek görmüyoruz! Siz birtakım dipnot ve kaynak vermişsiniz fakat ciddî ve ilmî olamamışsınız!

 

Badem’de Kırzıoğlu kini, bir cerahat gibi o kadar derinden işliyor ki, nereden vuracağının şaşkınlığı içinde, iş, aleyhte delil toplama komedyasına dönüşüyor. Yeğeninin doktora hocası filan da şöyle demiş! Hangi yeğen, hangi Hoca, kime ne? O filânın ilmî şahsiyeti kaç gramdır? Mühim olan bu! Cümle âlemin satranç hastası olarak bildiği birisinin, Kırzıoğlu gibi bir şahsiyet aleyhinde bulunmasının kıymeti harbiyesi nedir? O filân, fakültede hoca olarak kalmasını, bölüm başkanı olan Kırzıoğlu’na borçludur. O şahıs, kim bilir hangi aşağılık duygusuyla münasebetsiz bir lâf etmiş… Kırzıoğlu’nun, her eleştirene cevap vermemiş olması bir kusur mu? Her eleştirene saldırmak gerektiğini mi düşünüyorsunuz? Herkes kendinde olanı verir, demişler… Biz, Badem gibi aleyhte delil toplama hastalığımız olmadığı için kimin ne dediğine çok bakmayız. Bundan sonra onun ne dediğine de bakmayacağımız gibi…

 

Biz, Candan Badem’i incitecek, kişiliğini rencide edecek bir söz söylememeye gayret ettik. Birçok belge ve bilgiyle, büyük zahmetlerle bir eser yazmaya koyulmuşsun, iyi de etmişsin. Maamafih oraya buraya saldırmak, kara çalmak, hakaret etmek, linç etmek gibi niyet ve davranışlarınız yanlış! Önemli olan sen ne diyorsun, onu söyle! Takdiri işin erbabına bırak. Ama adımız gibi biliyoruz ki merhum Hocayla ilgili mülâhazaları bilimsel değil, ideolojiktir! Sen internet sitelerinde Stalinci olduğunu haykırıyorsun. Kırzıoğlu Stalinci olabilir mi? Ermeni Profesörü Zülalyan doğru söylüyor, Kırzıoğlu milliyetçidir, yani mensup olduğu, içinden çıktığı cemiyetin millî ve manevî değerlerine candan bağlıdır; tıpkı Zülalyan’ın bir Ermeni milliyetçisi olduğu gibi. Onun bu özelliği Osmanlı arşiv belgelerini incelemesine ve yabancı kaynakları tercüme ettirerek değerlendirmesine mani değildir. Her insanın doğruları, yanlışları olabilir. Önemli olan doğrusunu takdir, yanlışını tashih etmektir. Âlimlerin cerh ve tadil dedikleri de budur. Peki, Badem ne yapıyor? Bir tarafa meddahlık, diğer tarafa kara çalma! Bu mu tarihçilik?

 

Kopuzlu’nun milliyetçi tarih anlayışına göre tarih tarafsız yazılamaz, Türk tarihçisi Ruslarla ilişkileri yazarken sadece Rusların zulmünü yazmalıdır. Osmanlı’nın zulmü ise yoktur.

 

Bu ifadeler karşısında söyleyeceklerimize geçmeden önce bir hususa dikkat çekmemiz lâzım: Usûl! Tarihle uğraşanlar öncelikle bu ilimden de haberdar olmalıdır. Meselâ Türk tarihçiliğinde en yüksek merhaleye ulaşmış merhum A. Zeki Velidî Togan, Tarihte Usûl kitabında tarafsızlıktan bahsederken şunları söylemektedir: “… Bütün bunlar nazarı itibara alınırsa, insanların tarafsızlığının nisbî (relativ) olduğu meydana çıkar. Zaten insanın hâdiselere kıymet biçmek hususunda daima işine yarayacak sabit ve müstakar bir mi’yarı yoktur. ‘Ededî hakikatler’ denilen şeyler de her cemiyetin, her zamanın, hatta bir cemiyet içindeki muhtelif gurupların ve şahısların telâkkilerine göre başka başka şekiller alıyor.

 

Candan Badem’i yine üzdük; zira merhum Togan da Sovyet düşmanıydı!

 

İnsan kendi memleketinin ve kendi halkının (yoksa yanılıyor muyum!) ıstırabına nasıl bu kadar yabancı gözle bakabilir? Bunun tarafsızlıkla alâkası yok! Tarihçi, Birleşmiş Milletler gözlemcisi değil…

 

Candan Beyin ifadeleri tamamen çarpıtma, itham ve iftiradan ibarettir. Kendisinin de naklettiği gibi bizim sözlerimiz şöyledir: Ruslar, Baltık kıyısında küçük bir balıkçı kabilesiyken tarih sahnesine çıkıp 1552’de Kazan şehrini yakarak istilâ ettiler. Bu tarihten sonra mütemadiyen doğuya yani Türk coğrafyasına doğru kan ve ateşle yayıldılar. Söz konusu kitaba konu olan devir de bu tarihî sürecin bir parçasıdır. Peki, tarihin bu şekilde seyretmesi, bir Türk’ün vicdanında nasıl yankı bulur? Bir tarihçi tarafsızlık adına bunca istilâ, ölüm, göç ve acıyı göz ardı edebilir mi?”

 

Şimdi ehli namus ve ehli vicdana sesleniyoruz, bizim ifadelerimizden Candan Beyin söylediği anlam çıkar mı? Peki, Rus istilâları, bir Türk’ün (Candan Beyi kastetmiyorum, herhangi bir Türk’ten bahsediyorum) vicdanında nasıl yankılanır ve muhayyilesinde nasıl yer alır? Candan Bey farklı anlasa da insan psikolojisinden zerre kadar anlayan herkesin bu soruya vereceği cevap aşağı yukarı aynıdır. Dünyada bütün şerefli insanlar önce kendi milletinin saadetini düşünür, acısına ve sevincine ortak olur. 

 

Bizi milliyetçi ve Türkçü olarak niteleyen (Kendisi komünist ya!) ünlü tarihçimiz Badem Bey buyuruyor ki, “Peki bir Rus milliyetçisi de aynı kafayla şöyle yazarsa ne olacak? “Türkler Orta Asya’da küçük bir avcı kabilesiyken tarih sahnesine çıkıp 1453’te İstanbul şehrini yakarak istilâ ettiler.

 

Böyle şeyleri bir Rus yazamaz ve söyleyemez! Zira onlar neyin ne olduğunu bilir. Rus bilir ki Baltık kıyılarında yaşayan bir balıkçı kabilesi, Viking ve Cermen aşısıyla nerelere ulaşmıştır! Kaynaklar yazıyor ki, Rusların ayrı bir etnik grup olarak ilk kez tanınması 15. yüzyıla rastlar. Bir tarihçi o asırda Türklerin imparatorluklar kurduğunu nasıl bilemez?

 

93 Harbi sırasında Çıldırlı Âşık Şenlik niçin şöyle seslenmişti?

 

“Ben-Asferdir bilin Urus’un aslı

Orman yabanisi balıkçı nesli

Hınzır sürüsüne dalıp kurt misli

Can sağ iken yurt vermeniz düşmana!”                                   

 

Türk, Candan Beyin zannettiği gibi “küçük bir avcı kabilesi” değildi! Orhun Kitabeleri ve Çin Seddi de buna şahittir. Rus’un bile düşünmediğini, onların hayranları böyle bol keseden yazar!

 

Frankini örneği, Rus zulmünü ortadan kaldırmaz. Sadece iyiliği dokunan kişilerin şükranını kazanmıştır ki biz de onu iyilikle anarız. Tabii ki her milletin içinde iyi insanlık vasıfları taşıyanlar vardır. O da bunlardan biridir. Demek istediğimiz şu ki, münferid işler genel sonucu değiştirmiyor. Meselâ 1989 ve 1990 yıllarında muhtelif Rus basın organlarında çıkan ve tercümelerini Yunus Zeyrek’in Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleri adlı kitabında okuduğumuz Aleksandra Muhina, Marina Şakina, Mayra Salykova-Semyen Yanovski gibi yazarların yazıları da müspet örneklerdir. Ama bunlar, Çarlık Rusyasının 1828’de Kars ve Ahıska’yı kan ve ateşle ele geçirmesi; Sovyet döneminde 1944’te de Ahıska bölgesi halkını hiçbir suç isnat edemeden, yalan söyleyerek sürgüne göndermesi gerçeğini değiştirmiyor ki…

 

Hazret, “Rusların Kırzıoğlu’nun dedesini müezzin, molla ve imam olarak tayin etmiş olması hoşgörülü olduklarını gösterir.” buyuruyor. İlber Ortaylı’nın, “İşgalci Rus yönetimi, Müslüman cemaatin başına örgütlü bir ruhban sınıfı yerleştirdi.” cümlesini naklettiğimiz için de bizim baltayı taşa vurduğumuzu iddia ediyor! O sınıftan bazılarının işgal yollarındaki hatalarını yazabiliriz ama yeri burası değil. Bilhassa Ermeni vahşeti sırasında Erzurum’da yaşanan çok vahim olaylar var. Elimizdeki hatıraları sırası gelince yayımlarız, Candan Bey de öğrenir. Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, bazı din adamları ile aydınlar, ya Anadolu’ya göç etmiş ya da Sibirya’ya sürülmüştü. Ruslar, elde kalan birkaç kişiyi de yerli ahaliyle iletişim kurmak için hoş tutmuştu. Bunlardan biri de Karslı Hafız Kurban Efendidir.

 

Rus zamanını, yani esaret devrini yazı ve şiirlerle anlatan merhum Hafız Kurban Yurtseven’in şu dörtlüğü ne diyor?

 

O uzun esaret, o acı günler,

Ne acı vak’alar, idam sürgünler,

O câni insanlar, o cellât eller,

Asabım bozuldu, duralım hele.

 

Sahi neyi tartışıyoruz? Anlatırken bile asap bozan bir devirden bahsediyoruz! O günlerin ne olduğunu malûm kafayla Candan Badem mi anlatacak bize?

 

Candan Bey, “Kopuzlu böyle imaları bırakıp bir şey biliyorsa söylesin, aksi takdirde söyledikleri çamur at izi kalsın felsefesini fazlasıyla andırıyor.” diyor. Öyle zannediyoruz ki bilmediğimiz çok şey var! Sizin gibi dipten köşeden şahit toplama derdimiz de yok. Biz kitabınızı söz konusu ediyor, kişiliğinize bakmıyoruz. Ama kitapta geçen bazı ifadeler ister istemez insanı şüpheye düşürüyor. Çamur atmak sizin işiniz. Yazar Haluk Şahin, bu hususta, Candan Badem benzerlerinden biri olan Taner Akçam’la ilgili bir yazısında, “Bazılarının kimler tarafından finanse edildiğini, arkalarında siyasi motifler olup olmadığından”  bahsediyordu.” (Radikal, 8 Ekim 2005).

 

Haluk Şahin herhalde duman çıkan bir yerden bahsediyor!

 

Bir şeyi iddia etmiyoruz ama emin olamadığımız bir durumla karşı karşıyayız.

 

“Müellif, ısrar ve inatla işgal ve istilâ kelimelerini kullanmaktan kaçınmış, yönetim veya ilhak demeyi tercih etmiştir.” demişiz; tabii ki öyle etmişsiniz. İlber Ortaylı örneği sizi kurtarmaz. Onun yazısının genel karakteri bizi şüpheye düşürmüyor. O, söz konusu yazıda ele aldığı Rus dönemini bütün çıplaklığıyla ve ilmî bir üslûpla ortaya koymuş. Aksi söz konusu olsaydı şüphesiz onu da eleştirirdik. Ortaylı’nın yazısına bir daha göz atıyoruz: Rusların Kars’ı işgal ettiği, bu işgal yıllarında Kars’ı kötü yönettiği, ahali üzerinde parçala-hükmet siyaseti güttüğü, ulaşım plânlamasında çevreyi parçalayarak sömürme siyasetine yöneldiği, halka yaptırılan yolları ticarî işlerliğe göre değil askerî amaçlara göre plânladığı, halkı dinî ve etnik sınıflara bölerek birbirine düşürdüğü anlatılmış. Bunların hangisine itiraz edilebilir? 1828’de başlayan Ermeni fitnesi kimin eseridir? “Ona gücünüz mü yetmiyor?” sözünü de argo olarak görüyorum. Biz kabadayı değiliz; dolayısıyla siz dâhil, güç yetme sözünü meclisten dışarı addediyoruz.

 

Devamını okumak için tıklayın

https://www.gazetekars.com/news_detail.php?id=3116 

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.