Bilgen şunları söyledi: “Bu Meclisin, işgal orduları İstanbul’a geldiğinde teferruatla meşgul olan ama ülkenin karşı karşıya bulunduğu tehlikeye bigâne bir mesai harcamasından rahatsızız. Elbette ki bizi bu yasada rahatsız eden, kaygılandıran şey, özlük haklarıyla ilgili iyileştirmeler değil ama çok daha ciddi bir durumla, çok daha ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyayız.
Bu ülke, 1990’lı yılların sonunda, 2000’lerin başında çok yüksek bir sağduyuyla, ortak akılla doğru bir şey yaptı; Orta Doğu’da rejimlerini demokratikleştirmeyen ülkelerin haritalarının değişeceğini öngördü ve idam cezasının kaldırılmasıyla ilgili, tıpkı bugünkü gibi içerisine girilen cinnet hâlinden çıkılmasını kolaylaştıracak bir düzenlemeye imza attı.
Biz, bütün bu süre içerisinde, silahlı kuvvetlerin, özellikle de kara ve jandarmada sayısal azalmaya gitmeye dair bir planlama içinde olduğunu ve içerisinde bulunduğu paktlar dolayısıyla birtakım taahhütler içerisinde olduğunu biliyoruz ama ne yazık ki geçtiğimiz yıllarda güvenlik ve istihbarat bürokrasisinin bile gördüğü sorunun ekonomik, sosyal boyutlarıyla ele alınması ve çözülmesine dair beklentinin siyaset kurumuna bırakılmasıyla ilgili algı, siyasetçiler tarafından, bizim tarafımızdan doğru değerlendirilemedi ve bu fırsat kaçırılmak üzere.
Biz, öyle umut ediyoruz ki orada bizim çözemediğimiz sorunun bedelini, faturasını ne siviller, çocuklar, kadınlar ne asker, polis, Kürt gençleri kimse ödemek zorunda kalmasın. Bugün ne yazık ki sorun siyasal zeminlerde çözülemediği için yeniden bir boğazlaşma, yeniden katliamlar ve belki üç yıl sonra, beş yıl sonra geriye dönüp baktığımızda utanacağımız manzaralara imza atıyoruz. Dolayısıyla, elbette ki özlük haklarıyla ilgili bir tartışma yapmanın ilgilileriyle ilgi çok önemli bir boyutu var ama herhâlde askerlerin, polislerin ya da güvenlik birimlerinin bu süreçte bu sorunun çözümüyle ilgili galiba asıl beklentisi, böyle bir çatışma ortamına sürülmekten kurtulmak ve bu sorunun siyaset zemininde, Parlamento zemininde, sivil toplum zemininde tartışılarak, konuşularak çözülmesinin beklentisi içerisinde olmaktır. Bu son derece insani bir tepkidir ve ne yazık ki eğer bu konuda daha fazla gecikirsek, siyaset kurumu daha fazla risk almaktan, sorumluluk almaktan kaçınırsa ve sorun şiddet yoluyla, çatışma yoluyla, silahların gölgesinde gündemleşirse bir süre sonra geri dönüşü olmayan bir noktaya sürükleneceğiz. Her ne kadar buradaki birçok arkadaşımız konuyu “terör” olarak tarif etmekte, “bir avuç eşkıya” diye tanımlamakta ısrar etse de en azından bu konuları bilenler, bu konulara kafa yoranlar, bu konunun uzmanları bilirler ki şu anda askerî literatürle bile iş artık terör aşamasını çoktan geçmiş, doğrudan doğruya iç savaş öncesi ayaklanma aşamasındadır. Eğer bunun bedelinin, bunun faturasının bu ülkeye daha fazla çıkmasını istemiyorsak, daha fazla insanımızı kaybetmeden bir çözüm geliştirmek istiyorsak galiba konuyu esastan konuşmak zorundayız.
Ben dün Sayın Bakanın televizyondaki konuşmasını canlı takip ettim. İlginç bir değerlendirme yaptı okullarla ilgili. Dedi ki: “Okulların ne zaman açılacağıyla ilgili kararı biz merkezî olarak vermeyeceğiz. Oraların durumunu yerel mülki idare, hatta oradaki yerel güvenlik güçleri daha iyi bilirler.” Aslında bizim de öz yönetim dediğimiz şey, özerklik dediğimiz şey tam bu; oraların durumunu en iyi bilenlerin oralarda yaşayanlar olduğunu konuşmak, tartışmaktır.
Bakın, çok küçük bir örnek: Kars’ta bir yılda 3 kere başhekim değişti. Neden 3 kere değişti? Çünkü buradan oranın ihtiyacına dair kararı, inisiyatifi kullanma hırsımızdan dolayı değişti. Eğer biz oralardaki okulların sadece ne zaman açılıp açılmaması gerektiğini değil ama okulların ihtiyaçlarını, hangi dille eğitim yapması gerektiğini ya da başka birtakım gündemleri de yerelin vermesine dair bir güven duygusu taşırsak, yetki devretmeyi bilirsek, galiba birbirimizi boğazlamadan bu sorunu çözeriz.