Bir süzme insan...

Sezai YAZICI'nın kaleminden...

KARS - 1970’lerin ortası. Yeni çıkan kitapları görmek için uğradığım rahmetli Ali Rıza Akbulut’un dükkânındayım. Dükkân Atatürk caddesinde, şimdiki Ziraat Bankası’nın üstünde, Manolya fırınının bitişiğindeydi. 6-7 metre uzunluğunda tahta döşemeli dar bir koridordan geçilerek giriliyordu. Koridorun yıpranıp bozulan döşemesinin üzerinde yürürken çıkan ilginç sesler hem dışarıdan hem içeriden duyuluyordu. Bir anda koridorda yankılanan ritmik bir ayak sesiyle içerdeki gürültü kesildi. Herkes toparlanmaya başladı. Ali Rıza Ağabey, gelenin Dr. Beşir Doster olduğunu duyuruyordu. Küçük karşılaşmaların dışında ilk kez Beşir Bey’i yakından görme olanağı buluyordum. Beşir Bey içeri girer girmez dükkânın bir başından diğerine tempolu adımlarla bir tur attı. Sonra yanıma yaklaştı. Küçük bir tebessümün ardından, gözleri elimdeki Maurice Duverger’nin “Seçimle Gelen Krallar” kitabına kaymıştı. Raftan aldığı kitabı açıp dükkândakilere dönerek o gün özenle altını çizdiğim 11. sayfadaki şu satırları okudu: “Hükümet gücünün, seçim yolu ile iş başına gelmiş bir tek adamın iradesinde toplandığı bütün rejimleri Cumhuriyetçi Monarşi adı altında birleştirmiyoruz. Bunların bazıları gerçekte diktatörlüktür, bunlarda seçim sonuçları önceden kararlaştırılmış bir törenden başka bir şey değildir, (…) bu da sadece iktidara bir meşruiyet cilası verir.” Herkes çok etkilenmişti. Kitabı kapayıp raftaki yerine koyduktan sonra Duverger’nin önemli bir siyaset bilimci olduğunu, kitaplarının Batıdaki üniversitelerde ders kitabı olarak okutulduğunu anlattı.

Bu karşılaşma giderek güçlenecek bir dostluğun başlangıcıydı. Artık, kendisine yakın çevresindekiler gibi bende Beşir Abi diye hitap edecektim. Değişik düzlemlerde birlikte olma, sohbet etme, konuşma tartışma olanağı buldukça hayranlığım arttı. Onda herkeste görülmeyen farklı özellikler keşfediyordum. Başkalarına benzemiyordu. Sanki inandığı değerler doğrultusunda yaşamaya ant içmişti. Hiç tökezlemedi. Yaşamın insanlara kurduğu hiçbir tuzağa düşmedi.

O’nun kızdığını, köpürdüğünü hiç görmedim, hep bir dinginlik anıtı olarak tanıdım onu. Keyfi yerindeyse gözlerindeki ilkbahar yumuşaklığı tüm yüzüne yansır. Konuşması, sesinin rengi, ancak özel bir eğitimle kazanılacak türden parlaktır. Sözleri, ses tonunun o büyülü tınısının yumuşaklığında bile, kimi zaman bir kılıç gibi keskinleşir. Kimi zaman bir ironi ustasına dönüşür. Kimi zaman gülmecenin yetkin bir ismidir karşınızda duran. Kimi zaman Nöker Ekibiyle efkâr dağıtacak kadar kalenderdir. Ama hayatın hep içindedir.

O Kars’ta hekimlik yaptığı dönem için; “Kıçında iğne, karnında şurup ya da hapım olmayan insan yoktur.” der. Çok haklıdır. Bölge insanı kendisine her zaman olağanüstü bir saygı duydu. Dr. Beşir Doster’in adının geçtiği yerde önünü ilikleyen insanlar tanırım. 60’lı, 70’li, 80’li yıllarda, Beşir Abi’nin Kars’ta farklı uzmanlık alanlarının hastalarına koyduğu tanı, uyguladığı tedavi, İstanbul ve Ankara’daki doktorları hayrete düşürdüğünü duymayan yoktur. Bu konuda pek çok hasta sahibinin aktardığı ilginç öyküler dillerde dolaşır. Ben efsaneye dönüşmüş bir olgudan söz etmekle yetineceğim: 70’li yılların başında Milli İstihbarat Teşkilatı’nda çalışan Erdoğan Bey talihsiz bir kaza geçirir ve hastaneye kaldırılır. Serbülent Bey Başhekimdir. Operatör Dr. Halis Soylu hastanın başucundadır. Kurum Ankara’dan Kars’a Nöroşirurji uzmanı gönderir. Tanının konması için hastaya Lomber (lumbar) ponksiyon yapılmasına karar verilir. Ancak, Ankara’dan gelen uzman hekimlerde, Op. Dr. Halis Soylu’da beyin-omurilik (BOS) örneği almaktan çekinirler. Beşir Abi Başhekim Serbülent Bey’e işaret ederek hastanın omuriliğinden sıvıyı almayı başarır.

İyi hekimlerin dünyanın her yerinde saygı görmesi doğaldır. Zira iyi hazırlanmış bir preparat, yerinde verilmiş bir kutu ilaç, zamanında yapılmış küçük bir tıbbi müdahalenin mucizeler yarattığı biliniyor.

İnsanoğlu ölümden korktuğu için iyi bir hekimi arar ve ona saygı gösterir. Dahası, “Tanrı insanı rahatlatmak için tıbbi yaratmıştır” denir. Beşir Abi hekimliğinde halka hizmetin doruklarına çıkmıştır. Ama onun her kesimden saygı görmesi salt doktorluğundan değildir. Onu farklı kılan başka yanlarıdır. Musikiden tiyatroya, spordan meteorolojiye, dilbilimden edebiyata, teolojiden felsefeye, sosyolojiden antropolojiye, ekonomiden siyaset bilimine pek çok disiplinle koyun koyunadır. Kimi edebiyatçının adını dahi bilmediği aruz kalıbında o şiir yazar. Okumadığı klasik kalmamıştır. I. ve II. Meşrutiyeti birde ondan dinleyin. Jön Türkleri, İttihat Terakki’yi anlattığında yanılgıya düşer, o dönemi yaşadığına hükmedebilirsiniz. Enver, Cemal ve Talat Paşalardan söz ederken sıraladığı ayrıntılar sizi dehşete düşürür.

Ya Atatürk. Bırakınız, Söylev ve Demeçler külliyatını… Büyük Nutuk’un 299 belgesi bile onun ezberindedir. Sorarım şimdi, ben salt ilgi duyduğu konu başlıklarının onda birini sıralarken bile sizi yorduğumu hissediyorum. Böylesi bir insana nasıl hayranlık duyulmaz ki?

Beşir Bey’in çok parlak bir öğrenciliği var.

1941-1942; 1942-1943 eğitim ve öğretim yıllarında Türkiye ölçeğindeki “İftihar Listesi”nde Erdal İnönü ile aynı sayfada yer alıyor. Tıp Fakültesini dereceyle bitirdikten sonra uzmanlığını Ruh ve Sinir Hastalıkları alanında tamamlıyor.

Halen ilerlemiş yaşına ve onca uğraşına karşın haftada iki, bazen üç gün yazı yazacak kadar çalışkan. Kimi yazıları, üzerine yüksek lisans doktora yapılacak derecede özgün nitelikte. O hep bilineni yinelemekten çok yüreklice bilinmeyenin peşinde… Ufkumuzu açan, bizi etkileyen yazılarından yola çıkarak düşünceleri üzerine bir irdeleme yapmaksa başka bir yazının konusu.

Beşir Abi bu ay Kars’a gelmeyi tasarlıyordu. Kimi sağlık sorunları çıktı. Geçen haftada bir beyin kanaması geçirdi. Tesellimiz, başarılı geçen ameliyatının iyi ellerde yapılmış olması.

Dostluğundan büyük bir onur duyduğum süzme insan, en kısa zamanda sağlığına kavuşmanı diliyorum.

Sezai YAZICI

sezaiyazici@yahoo.com