Birtane, Millî Eğitim Bakanlığının 2012 bütçesi, 16’ncı madde ve TDK konularında görüşlerini dile getirdi.
Millî Eğitim Bakanlığı’nın 2012 bütçesi hakkında BDP’nin görüşlerini paylaşmak üzere söz alan Birtane, “Millî Eğitim Bakanlığının kronikleşmiş sorunlarına dikkat çekerek Milli Eğitimin 21’inci yüzyılın ruhuna uygun demokratik, bilimsel ve köklü yapısal değişikliklere ihtiyacı olduğunu belirterek başlamak istiyorum” sözleriyle konuşmasına başladı.
Okulların hizmetli, temizlik ve ısınma gibi giderlerine yeterince ödenek ayrılmadığını belirten Birtane, “Eğitimin kalitesi yükseltilecek, eğitimde köklü reformlar yapılacak denmiş, diğer taraftan okullar işlevsizleştirilmiş, öğretmenler ekonomik koşullarının zorluğu nedeniyle, kendi öğrencisine sınıfta değil de kurslarda paralı ders vermeye mecbur edilmiştir. Okullar eğitim veren yerler değil, diploma veren, işlevsiz ve teknik işleri yürüten kurumlar haline getirilmiştir. Kız çocuklarının okullaşma oranları ile ilköğretimden ortaöğretime geçiş oranlarını artırmak amacıyla kız çocuklarına ve ortaöğretime devam eden öğrencilere destek verilecek denmiş, üç ayda bir 25-30 lira ya verilmiş ya da verilmemiştir. Bu incitici uygulama ballandıra ballandıra anlatılmış, bir kitap parası bile etmeyen 25 lira eğitimde reform adımı sayılmıştır. Kahvelerin işsizlerle dolduğu, ailesinde tek çalışanı bile olmayan, bir geliri bile bulunmayan Kars’taki, Iğdır’daki, Hakkâri’deki, Sinop’taki, Tokat’taki çocukları 25-30 lira ile mi kurtaracaksınız?” diye konuştu.
Bugün Türkiye’de halen okulların üçte 2’sinde ikili eğitim yapıldığını, birleştirilmiş sınıflarda eğitim ve taşımalı eğitim uygulamalarının sürmekte olduğunu, taşımalı eğitimde öğrencilerin servislere balık istifi şeklinde bindirildiğini de ileri süren Birtane, öğlen yemeği verilmediğini ya da bir meyve suyu bir kraker ile bir öğünün geçiştirildiğini iddia etti.
Zorunlu olan ilköğretimde okullaşma oranının yüzde 98’lerde, ortaöğretimde okullaşma oranı yüzde 60’larda olduğunu belirten Bertane, okula gitmeyenlerin önemli bir bölümünü yine kız çocuklarının oluşturduğunu, “Haydi Kızlar Okula”, “Anne-Kız Okuldayız” projelerinin birer asimilasyon projesi olmaktan öteye gitmediğini söyledi.
Birtane, engellilerin eğitim hakkından yararlanmalarında yaşadıkları sorunları gidermek için bütçeden yeterli kaynak ayrılmadığını da anlatarak, “Engellilere ait eğitim merkezi ihtiyaca cevap verecek sayıda değil. Öğretmen, rehberlik uzmanı, psikolojik danışman ve yardımcı hizmet personeli istihdamı son derece yetersizdir. Türkiye’de okul ve derslik sayısında da hâlâ yetersizlikler mevcut. Köylerin çoğunda sıralarda üçerli, dörderli oturulmakta, çocukların spor yapacakları, kültürel aktivitelerde bulunacakları fiziki ortamlar bulunmamaktadır. Okulların fiziki yapı ve donanım açısından yaşadıkları eksiklikler henüz giderilmiş değildir. En son yaşadığımız Van depreminde, deprem tehlikesine karşı güçlendirildiği iddia edilen bütün okullar çökmüş, barınma yerleri olmayan, âdeta zulüm yaşatılan öğretmenler, enkaz haline gelen bu eğitim sisteminin kurbanları olmuştur. Evet, bir başka sorun da eğitimin kanayan bir yarası olan çocuklara cinsel taciz ve tecavüzlerle gündeme gelen YİBO’lar. Bu okullar, kalitesiz eğitimin, asimilasyonun merkezleri olmaya devam etmektedir. Yerleşim yerlerinden uzak, hiçbir ihtiyacı tam olarak karşılanmayan öğrenciler buradaki zor koşullara dayanamaz hâle gelmekte ve okuldan ayrılmayı tercih etmektedirler. Bölgeler arası makasın gittikçe açıldığı Türkiye’de ilköğretimde okullaşma oranı Türkiye genelinde yüzde 98 iken, Hakkâri’de yüzde 85, Bitlis ve Muş’ta yüzde 87, Van’da yüzde 88, Bingöl’de yüzde 91, Ağrı’da yüzde 93’tür. Ortaöğretimde okullaşma oranı çok daha düşüktür. Türkiye geneli yüzde 65 iken Ağrı’da yüzde 22, Muş’ta 23, Van ve Bitlis’te yüzde 28, Bingöl’de yüzde 36, Hakkâri’de yüzde 41 ve Kars’ta yüzde 48’dir.” dedi.
Birtane şöyle konuştu:
“Ortaöğretimde okula devam etme oranı da oldukça düşük olup 2008-2009 öğretim yılında 360 bin gencimiz liseleri diplomasız olarak terk etmiştir. Eğitim Reformu Girişimi’nin verilerine göre, her gün 2 bin öğrenci okulu terk etmektedir. Türkiye’de on beş-on dokuz yaş arası ne öğrenci ne de çalışan konumunda olan gençlerin oranı kızlarda yüzde 40, erkeklerde yüzde 25’tir. Oysa, OECD ortalamalarına baktığımızda bu oranın yüzde 9, yüzde 8 olduğunu görmekteyiz. Türkiye’de dershaneye gitmeyen öğrencinin üniversiteye girmesi neredeyse imkânsız hâle gelmiştir. Üniversiteyi bitiren öğrenci de dershaneye gitmeden KPSS’yi kazanamaz olmuştur. Peki, öğrenciler ilkokulda, lisede, üniversitede acaba ne öğreniyor ki bu sonuçlar yaşanıyor? Bu durum doğrudan ezberci ve bilimsellikten uzak olan eğitimin kalitesiyle bağlantılıdır diyoruz. Madem okuldan aldığı bilgiyle öğrenci bir yere yerleşemiyor, yaşam becerisi kazanamıyor, bir mesleği yapma yeterliliğine kavuşamıyor, o zaman okulların ne fonksiyonu var? Okullar öğrenme kurumları değil midir? Dershaneye gidemeyen öğrenci ne yapacaktır? İlköğretimde başlayarak bir yarış içine sokulan çocuklarımız arasındaki eğitim rekabeti dershanelerle daha da artmış, dershaneler okullarda verilen eğitimin niteliğini tamamen yitirmesine neden olmuşlardır. Eğitimdeki bu kötü gidişatın en önemli nedenlerinden biri de öğretmen açığıdır. Millî Eğitim Bakanının yaptığı açıklamaya göre, 146.194 öğretmen açığı mevcut. Diğer taraftan, 400 bine yaklaşan atanamayan, işsiz öğretmen var. Peki, bu öğretmen açığı nasıl giderilmeye çalışılıyor? Kadrolu öğretmen yerine sözleşmeli, ücretli ve vekil öğretmenlerle. Üstelik Sayın Millî Eğitim Bakanı bu bin bir zahmetle okulu bitiren öğretmen adaylarına “Atanmayacaksınız, kendi ilgi ve yeteneklerinize göre iş bulun.” talimatını da vermiştir.”
Bütçe görüşmeleri kapsamında 16’ncı madde üzerine de söz alan Birtane, “Açlıktan ölen Samsunlu Kübra Bakırcı’yı, çocuklarına yiyecek bulamadığı için intihar eden 4 çocuk annesi Diyarbakırlı Yüksel Demir’i konuşmadan, bedenlerini ateşe veren on sekiz yaşındaki liseli Müslüm Doğan’ı, Mustafa Malçok’u ve Evrim Demir’i anlamaya çalışmadan, bu ülkede yaşayan tüm halkları ve sınıfları merkeze koymadan onaylanacak olan bütçenin hakkaniyete göre pay edildiğini söyleme haksızlığını yapmayı kimse bizden beklemesin. İsterdik ki iktidar milletvekilleri de bütçe görüşmeleri öncesi kendi illerinde köyden kente kadar muhtarları, esnafı, köylüyü, sendikaları, memuru, kadınları, yoksulu, işsizi, yani doğrudan halkı dinleyerek sorunları kürsüden dile getirsin, çözüm önerileri sunsun ya da meydanlarda öne çıkan talepler burada bir iktidar milletvekili tarafından dile getirilsin. Endişeyle izliyoruz ki iktidar milletvekilleri bütçeye halk dayanağından yoksun övgüler sunmakta, bundan öte bir varlık gösterememektedirler, hatta diğer milletvekilleri tarafından dile getirilen sorunları manipüle ederek, sorunların üstünü örtme görevi üstlenmiş gibi görünmekteler. Bu tutumun sorunlara çözüm bulmayı zorlaştırıcı olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Bizim görevimiz halkı Meclisi taşımaktır, onlara dayanarak politika yapmaktır. PubliusOvidiusNaso “Parlamentonun kapıları fakirlere kapalıdır.” der. 21’inci yüzyıla girmiş olduğumuz bu dönemde bu sözü şöyle değiştirebiliriz: Parlamentonun kapılarını fakirlere kapatan oy verdikleri kendi milletvekilleridir.” şeklinde konuştu.
Sözlerini seçim bölgesi olan Kars halkının sorunlarıyla sürdüren Birtane şunları söyledi:
“Geçen dönem Kars ilinin 1 muhalefet, 2 de iktidara partisi milletvekili vardı. Karslı 300 çiftçi, esnaf ve köylü hayvancılık alanında yaşadıkları sıkıntıları iletmek için Parlamentoya gelmiş ancak Dikmen kapısından geri çevrilmiş, ne bir muhatap ne de bir vekili bulabilmişlerdi. O günün üzerinden çok geçmedi, yakındıkları tüm sorunları Parlamentonun kapısından geri döndü, çözülemedi. Bugün Kars ilinin de Karslının da hâli o güne şükredecek derecede, en açık ifadeyle içler acısı. Hayvan sayısı hızla düşmüş, girdi fiyatları tavan yapmış, köylüsü ve çiftçisi de esnafı da perişan olmuş. Hayvancılığın temel sektör olduğu bu kentte köylü, ekmeğini, peynirini, etini marketlerden gramla almak zorunda kalmış. Ahırların boşaltıldığı köylerde halk, sobasında yakacak tezeği bile bulamaz hâle gelmiştir. Nüfus artışının yüzde eksi 5,96; bebek ölüm oranının yüzde 60,24 olduğu kentte köyde oturup da kentte çalışan insan sayısı yüzde sıfır, kentte işsizlik oranı yüzde 80’lerin üzerindedir. Kentte çalışan kadın sayısı ise yüzde 3 bile değildir.
Kazım Karabekir ve Faikbey caddeleri boyunca onlarca dükkânın kapısında devren satılık ilanı asılmıştır. Köylerden sonra kentler de boşalmış. Kışın bir sigara parası bulmak için aileler on iki, on dört yaşındaki çocuklarını İstanbul’a veya diğer metropollere en kötü şartlarda çalışmaya göndermişlerdir çünkü Kars ili fabrikaları iktidar yandaşlarına peşkeş çekilmiş ve tek tek kapanmış, şeker fabrikası da kapanma noktasına gelmiştir. İl, sonuçta fabrikası olmayan il unvanını almak üzere. Sınırda olup da sınır kapısı açık olmayan ilimiz de yine Kars ilimiz.
Değerli milletvekilleri, temel geçim kaynağı hayvancılık olan ilde hayvan sayısı hızla düşmekte, daha 2005 yılında 270 bin olan küçükbaş hayvan sayısı bu yıl 200 binin altına düşmüştür. İktidarın tarım politikasının tezahürü, mazot fiyatları yüzünden sürülemeyen tarlalar, boş kalmış dirgenlerin, tırmıkların kapatıldığı ahırlar ve ağıllar olmuştur. Hayvancılığın öldüğü kentte ne bir istihdam alanı açılmış ne kentin görüntüsü değişmiş ne de su ve yol ihtiyacı tam olarak giderilmiştir.
Çatak, Karabağ, Düzgeçit, Pekran ve onlarca köye daha bu yıl su götürülmüş ama su sorunları hâlâ devam etmektedir. Kurudere köylerinden Kocabahçe, Digor’un Hisarönü, Mevrek, Kağızman’ın Yukarı ve Aşağıkaragüney köyleri ve merkez Vezinköy, Derecik, Yalınkaya, Tekneli ve Halefoğlu dâhil birçok köyde su hâlâ yoktur, birçoğunda ise su içme suyu olarak kullanılmaz durumda. Kars’ta kent merkezinde dahi sabah bir saat, akşam bir saat olmak üzere günde sadece iki saat su verilen mahalleler mevcut. Kent merkezinde altyapı tamamlanmış değil, birçok binada hâlâ foseptik çukurları bulunmakta, sanayi sitesinin yolları ise içler acısı.
Otobüsler 200 kilometre uzaktaki Erzurum’a hastaları taşımakta, hastalar ambulanslarda can çekişmekte, Kars’taki hastanelerin hiçbirinde yeterli doktor, personel ve tıbbi malzeme bulunmamaktadır. Belirteyim 2 tane hastane var, devlet hastanesi ve üniversite hastanesi. Köylerin çoğunda sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçilmemiş, taşımalı eğitim işkenceye dönüşmüş, ortaöğretimden sonra okula devam imkânı ise yoktur. Okullar bakımsız, teknik donanımdan yoksun, verilen bilgisayarlar köylerin çoğunda yaşanan elektrik sıkıntısından dolayı çalışmamakta. Hükûmetin duble yollar projesi Kars’ta yamalı yol projesi olarak hayat bulmuş, yapıldıktan kısa bir süre sonra koca çukurların oluştuğu yollara trajikomik hâlde salça kutularına doldurulmuş zift ve harç karışımıyla yama yapılmakta. Kent merkezindeki yol yapımı henüz başlamış ancak mahalle aralarındaki yollar vahim durumda.
Karslı besiciler geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda ithal et nedeniyle kurbanlıklarını satamamış, binlerce kurbanlık ellerinde kalmıştır. Şimdi, ise hayvanlarını bahara çıkaracak kuru ot ve samanı bulamamaktalar. Köylü Kars’tan, Erzurum’dan, Ağrı’dan, Sivas’a, Ankara’ya kadar gelmiş, saman bulanlar da bu sefer nakliye imkânı bulamamışlardır. Kars’ta samanın kilosu hemen hemen 80 kuruşa dayanmıştır. Bir büyükbaş hayvan kış boyunca 2 tona yakın saman tüketmektedir. 35 liraya varan yem ve diğer hayvan besin gıdaları eklendiğinde de 5 tane büyükbaş hayvanı olan bir ailenin, sadece bir kışlığına hayvanları için ayıracağı miktar ortalama 15 binden fazladır, sütün litresi ise ancak 550 kuruştur. Sezonluk olarak mandıradan 2 bin lira almış bir köylü, yaklaşık 4 ton süt vermek zorunda bırakılmaktadır. İneklerin yerli cinsi olduğu düşünüldüğünde, 5 inek günde ancak günde 15-20 litre süt vereceğinden, bu da dört aydan fazla mandıraya süt vermeyi zorunlu kılıyor. Sütün günden güne azaldığını da hesaba katarsak, iki ay sonra da kışa girilmekte. Bu durumda, göklere çıkarılan tarım politikası ile diğer giderler hesaba katıldığında, çiftçi yılı 5-6 bin TL borçla kapatmaktadır. Tabii, sorunlar bunlarla kalmayıp önümüzdeki günlerde daha da kapsamlı olarak sizlerle paylaşılacaktır. Bu açıdan, şu an özellikle kırsal alanda yaşayan halkın içinde bulunduğu durumu göz önüne alarak, bütçeden kırsal kalkınma projesi için pay ayrılması gerektiğini düşünüyoruz. Geri kalmış tüm illerin sorunlarına münhasır hazırlanacak kırsal kalkınma projesinin her ilde yapılması gerektiğini düşünüyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Birtane, bölgeler arası eşitsizliğin giderilmesi, yoksulluğa ve işsizliğe çare bulunması konularında da görüşlerini şöyle dile getirdi:
“Şu an özellikle kırsal alanda yaşayan halkın içinde bulunduğu durumu göz önüne alarak bütçeden Kırsal Kalkınma Projesi için pay ayrılması gerektiğini öneriyoruz. Her ilde ilin sorunları tespit ve çözüm birimleri oluşturulmalı, projenin dayanağı halkın itirazları ve talepleri olmalıdır. Bir rant kapısına dönüşmesini ve diğer projeler gibi işlevsiz kalmasını önlemek için her ilde sivil toplum örgütlerinden ve yerel yönetimlerden bir izleme komitesi oluşturulmalı, bu komiteye vatandaşlar da dâhil edilmeli, komite aylık rapor hazırlayarak kamuoyuna giderleri ve icraatları duyurmalıdır. Ancak, sürekli yaptığımız öneriler cevap bulmamakta, cumhuriyet tarihi boyunca bölgecilik yaparak Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni en geri kalmış bölgeler hâline getiren zihniyet bizi bölgecilik yapmakla suçlamaktadır. Ne yazık ki mevcut iktidar da bu konuda eksik kaldığını kabul etmemekte, bölgedeki yoksulluğu ve yüzde 65’leri bulan işsizliği maniple etmekte, “Ortada sorun falan yok.” diyerek aslında “Buraya kadar.” demeye getirmektedir.
Hükûmetin bu tutumu yalnızca ekonomide değil bir bütün olarak böyledir. İktidara gelirken Kürt sorununu çözeceği umudu yaratan, Alevilerle ilgili özgürlüklerden bahseden, Anayasa’da yapacağı düzenlemelerle Türkiye’yi gerçek demokrasiyle buluşturacağını söyleyen AKP’nin hiçbir icraatı olmadı. Her seçimden sonra ilk icraatı, operasyonlar, gözaltılar, ev baskınları ile Kürtleri ve demokratları siyasetin dışına itmek, sivil ve barışçıl potansiyeli soluksuz bırakarak her yönüyle bir tasfiye politikası yürütmek oldu. Avrupa Birliği üyeliği süreci ise yılan hikâyesine döndü. Bu yılki ilerleme raporuna bakıldığında Türkiye'nin Kopenhag Kriterlerine uyum sağlamadığı ve mevcut politikalarıyla da uyum sağlayamayacağı açık ve net olarak görülmektedir. “Kadın cinayetine son vereceğiz, etkili düzenlemeler yapacağız.” diyen Hükûmetin, bir bütün olarak kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran bir politika yürüttüğünü en yetkili ağızlardan duyar olduk. İçişleri Bakanının Fevziye Cengiz ile ilgili şiddet uygulayan polisleri haklı gösteren dünkü konuşması da her şeye tuz biber oldu. Bu politikalar sonucu her gün 3-4 kadın cinayete kurban gitmekte. 2002 yılında öldürülen kadın sayısı 66 iken, Hükûmetin aldığı dâhiyane önlemlerden sonra 2010 yılında cinayete kurban giden kadın sayısı 1.550’yi buldu. 2011 yılının ilk yedi ayında ise 935 kadın öldürüldü.
Birtane; Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ve bünyesindeki Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk Kültür Merkezi, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun 2012 yılı bütçeleri hakkında Barış ve Demokrasi Partisi Grubu adına görüşlerini özetle şöyle paylaştı:
“Türk Tarih Kurumunun bilimsel hiçbir kaygısı yoktur her ne kadar bilimsel çalışma yaptıklarını söyleseler de. Bilimsellikten uzak, gerçekle bir ilgisi olmayan bu kuruma ayrılacak bütçe, artık, yeni bir tarihin yazılması, bu ülkede yaşayan diğer unsurların tarihteki gerçek yerlerinin anlatılması için ayrılmalıdır, ders kitapları yeniden yazılmalıdır.
Türk tarihinin yanında bu ülkede Kürt tarihinin ve diğer tüm etnik grupların da varlığı kabul edilerek, kitaplar baştan sona yenilenmelidir. Ders kitapları öyle masa başında oturularak anlı şanlı tarihin kusursuz geçmişi uydurmacası ile değil objektif ölçülere göre yazılmalıdır diyoruz.”