Kafkas Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ile Serhat kalkınma Ajansı’nın ortaklaşa organize ettiği “Demokrasi ve Kuvvet Ayrılığı” ve “Kimlik, Yurttaşlık ve Demokrasi” konulu iki panel düzenlendi.
KAÜ Rektörü Prof. Dr. Necdet Leloğlu Salonu’ndaki panellere KAÜ Rektörü Prof. Dr. Abamüslüm Güven, rektör yardımcıları, dekanlar, öğretim görevlileri ve öğrenciler katıldı.
Serhat Kalkınma Ajansı Genel Sekreteri Hüseyin Tutar,İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Recai Çınar ve Rektör Prof. Dr. Abamüslüm Güven’in açılış konuşmalarından sonra panellere geçildi.
Oturum Başkanlığını Galatasaray Üniversitesi Prof. Dr. Füsun Üstel’in yaptığı Demokrasi ve Kuvvet Ayrılığı konulu panelde, Yeditepe Üniversitesi Prof. Dr. Cemil Oktay “Kuvvetler Ayrılığı İlkesinin Toplumsal Yönü”, Ankara Sosyal Bilimler Fakültesi Prof. Dr. Mehmet Ali Ağaoğulları “Modern Demokrasiler Öncesinde Demokrasi Karşıtlığı Olarak Erkler Ayrılığı”, İstanbul Ticaret Üniversitesi’nden Doç. Dr. Bekir Berat Özipek “Türkiye’nin Demokratikleşmesinde Yargının Tarafsızlığı ve Bağımsızlığı Sorunu” ve Kafkas Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Şükrü Nişancı “Türkiye’de Anayasalar ve Demokrasi” konularını konuştular.
Oturum Başkanlığını Yeditepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Cemil Oktay’ın yaptığı “Kimlik, Yurttaşlık ve Demokrasi” konulu ikinci oturumda ise Galatasaray Üniversitesi Prof. Dr. Füsun Üstel “Türkiye’de Vatandaşlığın Yüzyılı”, Marmara Üniversitesi Prof. Dr. Günay Göksü Özdoğan “Milliyetçiliklerde Kimlik Vurgusu Rekabeti”, İstanbul Şehir Üniversitesi Doç. Dr. Ferhat Kentel “Total ve Tekil İnsan-Kültürlerarası Yurttaşlık”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Doç. Dr. Sevgi Çubukçu da “Sosyal Demokrasinin Yeniden İnşası Üzerine İmkanlar ve Sınırlar” konularında görüşlerini ifade ettiler.
“Türkiye’nin Demokratikleşmesinde Yargının Tarafsızlığı ve Bağımsızlığı Sorunu” konusuyla dikkat çeken İstanbul Ticaret Üniversitesi’nden Doç. Dr. Bekir Berat Özipek, “Adil bir yargının, bütün insanlara eşit muamele etmesi, onların hiçbir kimlik özelliğine, yani soyuna, sopuna, malına, mülküne, ideolojisine bakmaması gerekir. Sokrates’in anlattığı öykü de bunu ifade ediyor. Adalet tanrıçasının gözlerinin bağlı olması da bunu anlatıyor.
Yargı tuzdur. Yargının tarafsızlığı esastır. Bu, yargıdan beklenen temel niteliktir. O olmazsa olmaz.” diye konuştu.
Özipek, Türkiye’de yargının hiçbir zaman demokratik hukuk sistemlerindeki gibi “kuvvetler ayrılığı”nın bir ürünü olmadığını belirterek, “Çünkü bizde sahici bir kuvvetler ayrılığı hiç olmadı. Kuvvetler ayrılığı, yasama, yürütme ve yargının üçünün de meşruluk kaynağını ve toplumdan almasını, sonra birbirini denetlemesi demek. Bizde ise yargı, kaynağını toplumdan değil kendisinden aldı; kendi kendisini üreten bürokratik bir kurum oldu. Yüksek yargı organlarının üyeleri hiçbir demokratik rejimde rastlanmayacak biçimde, seçimle değil, kendi kendisini atama yoluyla göreve geldi.” dedi.
TÜRKİYE’DE YARGININ EKONOMİ POLİTİĞİ
Özipek, “Yargının bu “bize özgü” yapısı tesadüf değil.” diyerek şunları söyledi:
“Demokratik görünümlü oligarşik sistemin doğal bir sonucu. Hukuka değil, Resmi ideolojiye sadakat söz konusu. Ne yazık ki yüksek yargı organları siyasi bir tarafgirlik içinde. Bu çerçevede yargı bürokrasisinin, CHP’ye özel bir yakınlık göstermesi DP’den AK Parti’ye ve BDP’ye kadar çevreden gelen bütün partilerle çatışması gibi bir durum var. Her adli yıl açılış toplantısında hep Yargı Bağımsızlığı üzerinde durulur, Yargı Tarafsızlığı üzerinde değil. Türkiye’de yargı ne yazık ki Taraftır ve çoğu kez bunu gizleme gereği de duymaz. İşin kötüsü, pek çok yüksek yargı organı üyesi, bu kavramların birbiriyle çelişeceğini düşünmez.
Yargının bu taraflı yapısından ve siyasal kararlarından birileri mutlu.”
MUTSUZ OLANLAR KİMLER?
Özipek, konuşmasında şu önemli konulara değindi:
“Kürt Sorunu dolayısıyla sorun yaşayanlar, Ermeniler, Rumlar, Başörtülü kadınlar, İslami kesimler, İnsan hakları savunucuları, Azınlıklar. Hrant Dink'i “Türklüğe hakaret”ten mahkum eden Yargıtay kararını hatırlıyorum. Anayasa Mahkemesi’nin “367 Kararı”nı, Danıştay’ın “Katsayı” kararını, Yargıtay’ın azınlık mallarına el koymayı legalleştiren kararlarını, HSYK’nun Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya’yı meslekten men kararını. Bunlar hem genel ve evrensel anlamıyla hukuka, hem de pozitif hukuka açıkça aykırı kararlardı. Bir örnek: Birine ‘zibidi’ demek ifade özgürlüğüne girer mi? Ya ‘kaniş, şapşal, salak’ demek? Biri size ‘babanın kim olduğunu anana sor’ dese bu hakaret değil midir? Ya da sizden bahsederek ‘gerekirse kan dökülür’ dese, tehdit etmiş olmaz mı? Böyle bir durumda dava açmaz mısınız? Prof. Baskın Oran ve Prof. İbrahim Kaboğlu da öyle yaptılar. ‘Azınlık Raporu’ nedeniyle maruz kaldıkları hakaret ve tehditlerden dolayı yargıya başvurdular. Davalar, itirazlar, temyizler ... Sonuç mu? Yargıtay ortada hiçbir hakaret veya tehdit olmadığına karar verdi. Bunun üzerine Prof. Baskın Oran, ‘cinayeti gördüm!’ anlamına gelen bir açık mektup yazdı. Bu yüksek yargı organını daha yüksek bir yargı organına, vicdanlara şöyle şikayet etti: “Sayın Yargıçlar. Bazı şahıslar, benim ve Kurul Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu’nun, adlı adınca söyleyeceğim sakın utanmayınız, anamıza babamıza sinkaf ettiler. Utanmayınız, çünkü bu sinkaflar mahkeme kararlarıyla teker teker aklandı. … Şimdi düşünüyorum da, bütün bu kararlar sonuna kadar normaldi Sayın Yargıçlar. Çünkü meslektaşlarınız Milletvekili Süleyman Sarıbaş’ı akladıktan sonra, bunlar haydi haydi aklanırdı. Hatırladınız mı bu Sarıbaş’ı? Yanaklarınız kızarmasın, ellerinizle tutun iki yandan, aynen yazacağım: ‘Bu Rapor’u yazanlar her kimse, yazdıranlar her kimse, millet bunları tükürüğüyle boğar. Azınlık arayanlar, analarına babalarının kim olduğunu bir kez daha sorsunlar’. Yani bize p.., annelerimize o.. (utanmayın, utanmayın lütfen!), babalarımıza d… diyordu. Hatırlıyor musunuz ne yaptı meslektaşlarınız, Sayın Yargıçlar, bu davada? Ankara Asliye 3. Hukuk Mahkemesi bu Sarıbaş’ı tazminata mahkum etti. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bu hükmü de bozdu. Gerekçe göstermeden. İlk mahkeme de ona uydu, bitti, gitti. Sayın Yargıçlar, Aynı hakaretleri, yukarıda adını saydığım şahısların sizlere yapmasına izin verir miydiniz? Elbette vermezdiniz. Kıyametleri kopartırdınız. Davalar açar, mahkûm ettirirdiniz. Çünkü onurlu insanlarsınız siz. Ama, ben de öyle, başkaları da öyle. Sayın Yargıçlar, Çaresizim. Sizi, her insanda doğuştan mevcut vicdanlarınızla baş başa bırakmaktan başka çare yok elimde bu ülkede”. ‘Vicdanımız yanılmaz bir yargıçtır, biz onu öldürmedikçe’ der Balzac. Oran da ona başvuruyor. Türkiye, oligarşiden demokrasiye geçiş sancıları çekiyor ve kurulu düzen iktidarını kaybetmemek için artık bütün kozlarını oynuyor. Üstelik artık “görüntüyü kurtarmaya” da çalışmıyor. Artık ortalama vatandaşı yargıya güvenmediği için eleştirmek mümkün değil. Artık bu aşamadan sonra yargı sistemini baştan aşağıya yeniden kurmadıkça, çoktan beridir vicdanlarda ‘müebbet’e mahkum olan bu sistemi ıslah etmek de mümkün değil. Hükümet, yüksek yargıyı demokratikleştirecek anayasal reformu bir an önce gerçekleştirmeli.
Mevcut anayasa değişikliği paketi bu açıdan değerli; desteklenmesi gerekiyor ve demokratların buna burun kıvırma lüksü yok.”
ÇÖZÜM İÇİN YARGI REFORMU ŞART.
Özipek, ayrıca, yüksek yargı organlarının demokratik süreçlerden bağımsız olarak kendi kendilerini belirledikleri mevcut yapının değiştirilmesi ve üye seçiminde belirleyiciliğin demokratik rejimlerdeki gibi seçilmiş organlara verilmesi zorunluluğundan söz etti.
Özipek, son olarak şunları söyledi:
“Ancak böyle bir yargı reformu, onu bürokratik yönetim geleneğinin bir parçası olmaktan çıkarır, onu hukukun evrensel ilkelerine göre adaleti koruyan bir erk haline getirebilir. Sakın “zihniyet sorunu” demeyin; çünkü zihniyet, yapıdan bağımsız değildir. Yapıyı değiştirin, bugün hukukun işlemesini engellemeye çalışan unsurların aniden demokratlaştığını göreceksiniz. Tek avuntumuz, artık bu aşamadan sonra bu yargıyla ülkenin yoluna devam edemeyeceğinin bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmış olması.”