Türk edebiyatında Mehmet Akif kadar hayatı, edebiyat anlayışı ile şiirleri arasında büyük bir uygunluk bulunan pek az şair olduğunu ifade eden Erdoğan, “Şiirlerinde Türk-İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu, sosyal-siyasal ve kültürel hayatı, bu hayatın çürüyen eksik yanlarını, realist bir bakışla dile getirmiştir. Sanat yaşamı boyunca herhangi bir edebi topluluk içerisinde yer almamıştır.” dedi.
Erdoğan’ın Mehmet Akif Ersoy’un edebi yönü hakkında yaptığı konuşma şöyle: “Akif 2. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908 yılına kadar çok sayıda şiir yazmış; fakat bu eserleri kendisine saklamıştır ya da sınırlı sayıdaki yakın çevresiyle paylaşmıştır. Meşrutiyet’le birlikte Mehmet Akif şiirlerini yayınlamaya başlar. Meşrutiyet, Akif’in hayatında bir diriliş, yeni bir doğuştur.
Mehmet Akif, Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınladığı şiirlerini Safahat adıyla kitap haline toplar. Bu kitap şairin ilk kitabıdır. Akif, ilk altı şiir kitabını 1911-1919 yılları arasında yayınlar. Son kitabı Gölgeler adıyla 19332de Mısırda yayınlanır.
Eserlerinin genel adı Safahat’tır. Safahat, yalnız ilk kitabının adıyken bütün şiirlerinin toplandığı kitaba da isim olmuştur. Safahat’ı oluşturan yedi cilt yayımlanış sırasına göre şu şekildedir: Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım Gölgeler.
Bu yedi kitapta yer alan mısraların toplamı on iki bindir. Akif Mısır’da yayınlanan son kitabı da dahil olmak üzere bütün eserlerinde İstanbul’u anlatmıştır. Akif ilk kitabından itibaren karşılaştığı fakir, güçsüz, çaresiz insanları anlatarak onların acıları karşısında hüzünlenir kimi zaman da çaresiz kalır. Bu bakımdan Akif’in halkın gören ve bunlar karşısında hüzünlenen bakışı bütün şiirlerinde hissedilmektedir.
Mehmet Akif, amacı sadece güzellik olan bir şiir ve edebiyata da tamamen yabancı değildir. Sanatın bu yönünü de tümüyle reddetmemiştir; ancak günün şartlarını ve ülkenin içinde bulunduğu durumu göz önünde bulundurarak bunun bizim için lüks olacağını düşünmüştür. Yani Mehmet Akif’e göre şiir topluma hizmet etmelidir.
Mehmet Akif, yaşamın gerçeklerini olduğu gibi anlatmak gerektiğine inanmaktadır. İstanbul’daki fakirliği, insanların geçim dertlerini, üzüntüsünü, çaresizliğini anlatır. Şiirlerine konu olan insanlar ve olaylar hep gerçektir. Akif, şiir ve gerçeklik ilişkisi hakkındaki düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir: “Ben şiirde hayale dalmam. Ben basit şeylerden bahsederim. Mesela bu taş, ona taş derim, hacer-i semâvi demem. Bu tahta, ona tahta derim, taht demem. Eşyanın hakikatlerini hayal kuvvetleri ile değiştirip başka bir şekle koymam. Her şeyi olduğu gibi görür, göründüğü gibi tasvir ederim.”
Mehmet Akif, eserlerinde her zaman aruz ölçüsünü kullanmıştır ve Türkçeyi aruza başarıyla uygulayan birkaç şairden birisidir, hece ölçüsünü ise hiç kullanmamıştır.
Hayatı boyunca geçim sıkıntısı çekmiştir ve pek çok konuda da fedakarlık yapmıştır. Belki de fedakarlığının en büyüğünü şiirini davasına feda ederek yapmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyat üzerine makaleler isimli eserinde “Bu kudretli adamın bir kez bile içine dönüp bakmaması Türk Edebiyatı için çok büyük bir kayıptır” der. Akif içine dönüp bakabilen bir insandı; fakat şiirini iç dünyasının seslerine göre değil toplumun sorunlarına ve ihtiyaçlarına göre şekillendirdi. Akif bir konuşmasında da “Bazen içime çok güzel düşünce ve duygular geliyor, ama bunları yazmıyorum.” Der. Bu cümle bile davaya adanmış fedakarlığının en güzel örneklerinden biridir. Şiirini millet için feda etmenin nasıl büyük bir fedakarlık anlamına geldiğini şair olmayanların anlaması son pek de mümkün değildir. Akif bunu göze alabilen insandır. Akif’i anlatmak elbette ki daha uzun zamanlar gerektirir. Bu kısıtlı zamanda Akif’i sizlere özetlemeye çalıştık. Konuşmamı Akif’in şu sözleriyle sonlandırmak istiyorum: “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın."