Birey; demokratik toplum yaşamına hak ve sorumlulukları temelinde aktif olarak katılır. Bu katılımın çerçevesi bireyin mutluluğu ve çıkarlarını toplumun yararı ve çıkarları ile uyumlulaştırdığını varsaydığımız soyut toplumsal sözleşmede belirlenir. Toplumsal sözleşmenin karşılıklı olarak içselleştirilmesi, bir arada oluşun devamını ve gelişimini de etkileyecek bir süreçtir. Toplumda yürütme erk’ini elinde bulunduranların; bireyleri, ayrımsız, özgür yurttaşlar olarak mı ya da tersine, yönetimleri altındaki “şey’ler-nesneler” olarak mı algıladıkları engelliliğe bakışlarının da temel belirleyicisi olacaktır.
Engelli bireyi yurttaş olarak kabul eden bakış, onu haklarıyla ve sorumluluklarıyla bir bütün olarak kabul edecek ve toplumun eşit, katılımcı, kendi kendine yeterli bir üyesi olarak algılayacaktır. Engelli bireye, ailesine ve yakın çevresine “iyilik yapma” ödevi ile sorumlu olarak değil, toplumdaki tüm bireylere yaklaşması gerektiği gibi “hak” temelli yaklaşacaktır.
Engelli bireye tek tek ve kamu olanakları ile sunulan hizmetleri, bireyin onurunu da yok sayma pahasına afişe etmek yerine, bu hizmete gereksinim duyanların tümüne ulaşmayı doğal ve zorunlu bir görev sayacaktır. Kuşkusuz bu aynı zamanda görev sayma ve algılama sadece yönetim erk’ine ait bir sorumluluk değil, bir arada yaşamak isteyen toplumun tüm üyelerine ait bir algılama ve yaşam biçimi sorunudur. Çağdaş toplum; bireyi ve toplumun bütününü “kul” ve “tebaa” olarak gören yönetim anlayışını reddeder, engelli bireyi, ailesini ve tüm bireylerini “yurttaş” olarak kabul eder.
İyi niyetli olduğunu varsayabileceğimiz pek çok çaba, düzenleme gündelik yaşamımıza da yansımaktadır. Türkiye’de engellilik alanında 70 veya daha fazla doğrudan veya dolaylı yasal düzenleme vardır. Vergi indiriminden, tekerlekli sandalye dağıtımına, iş olanaklarından, eğitim yardımına kadar uzanan ve toplandığı zaman hiç de küçümsenemeyecek boyutlara ulaşan bir kamusal kaynağın kullanıldığını yeni yasal düzenlemeler yapıldığını ve kurumların oluşturulduğunu söylemek olanaklıdır. Bu kamunun merkezi ve yerel yönetimleri eliyle yürütülen çalışmalarının yanına yurttaş girişimlerinin, gönüllü organizasyonlar. STK’ ların gayretli çabalarını, kampanyalarını, proje uygulama ve arayışlarını da eklemek olanaklıdır. Kısacası özellikle “kentteki engelliler” düne göre daha görünür ve seslerini duyurur hale gelmiştir. Ancak bütün bu çabaların, yankılanan sesin nasıl bir yanıt bulduğu ve engelli birey ve ailesinin yaşamına nasıl yansıdığı da önemlidir.
Bunların yanına her gün bir haberde sıkça vurgulanan “onlar” tanımı haberi yazan muhabirin bakışı olarak mı algılanmalı yoksa yaygın bir toplumsal bakışın yansıması mı?. Onlar engelliler ise, diğerleri kim ve hangi nedenle onlar için tanımlamalarda “kendilerince iyiliklerde” bulunuyorlar. Onlar, engelliler ile mi sınırlı, yoksa başka onlar da var mı?. Kadınlar, etnik ve dini kökeni çoğunluktan farklı olanlar,göçmenler,sığınmacılar, yaşam tercihleri farklı olanlar da onlar mı..Bunların hepsine onlar diyorsanız geriye kimler kalıyor. “Çaresizlik” gerçekte kimin çaresizliği ve de “onlar” diğerlerinden daha yetenekli olduklarını inatla neden ispat etmek için uğraşsınlar. Diğerleri her kimse onlardan daha çok ya da az yetenekli olsalar ne olur. Bunları toplumdaki yaygın “ötekileştirmenin “ somut örneği olarak kabul edebilir miyiz?..
Kentleri ve Ülkeyi yönetenler toplumsal kontrat gereği hepimizin oluşturduğu değerlerden oluşan kaynakları dağıtırken, engelli bir bireye sandalye verirken düzenledikleri törenlerle neyi yapıyor yada amaçlıyor olabilirler?. Örneğin bir ay çalışıp maaşını alan, kişinin bu hakkıdır da, engelli bireyin, sandalye, beyaz baston yada eğitim hizmeti alması hak değil midir?.. Toplumsal kontratın en üst ve somut belgesi Anayasa’da ifadesini bulan “sosyal devlet” üstelik engellilerin korunmasına ilişkin özel hükümlere de yer vermişken bir hak böyle mi sunulmalıdır.
Günlük yaşamımızı daha renkli kılmak için eğer hakların sunumunu bu hale getiriyorsak,örneğin kamuyu yönetenlerin ve çalışanların maaşlarını her ay böyle törenlerle sunabilir miyiz?..
Çok daha acıtıcı örneklerini verebileceğimiz bu yaklaşım aslında Engellilere bakışın da bir yansımasıdır. Literatürde sosyal dışlanma ve duygusal istismar tanımları penceresinden bu örnekleri yorumlamak ve reddetmek zorundayız. Engellilere yurttaş ve hak temelli olmayan bu bakış,”acıma” “biz sizin için neler yapıyoruz” dayatmasını engelli bireyin ve ailesinin karşısına çıkartmakta ve kendisine “minnet ve şükran duyulmasını” empoze etmektedir.
Tahmin etmek hiç güç değildir ki yaşam kalitesi göstergelerindeki olumsuzluk öncelikle toplumdaki dezavantajlı grupları daha derinden etkilemektedir. Çocuklar, engelliler, kadınlar, yoksullar bunların başında gelmektedir; Ama artışlar en son bu saydığımız guruplara uğramaktadır ki böylesi bir ortamda sosyal devlete duyulan gereksinim azalır mı? Çoğalır mı?. Devlet bu alanlarda küçültülmeli mi, büyütülmeli mi?Çok ciddi yapısal sorunlar aşılamamışken sosyal devlet sorumluluklarını STK’lara ve özel sektörün sosyal sorumluluk projelerine devredebilir mi? 8,5 milyonu aşkın engelliniz varsa ve bunların eğitimden,sağlığa,iş ve mesleki rehabilitasyondan,bakım ve toplum yaşamına aktif katılabilmeye kadar çözüm ve kaynak bekleyen sorunları varken temel sorumluluk kamuya ait değil midir?.
Baştaki örneklere yeniden dönecek olursak; örneğin bir engellinin tekerlekli-akülü arabaya kavuşması elbette önemlidir. Bunun için gösterilen gayretler önemlidir. STK’ların bunu toplum gündeminde diri tutması, daha çok engelli bireye ulaşılması da önemlidir. Ancak bu saptamaların hemen yanına, örneğin Türkiye’deki engelli nüfusun sayısı adresleriyle bilinse hangi engel gurubuna ve ne gibi malzeme veya ihtiyaçları bilinse. Bu ihtiyaçları bütün Türkiye’de hak temelli olarak ve bir program dâhilinde yapsak maliyetinin ne olacağını, dünyanın17. büyük ekonomisinin yurttaşlarına böyle bir hakkı, duygusal olarak ezmeden,incitmeden sunmasının çok mu zor olduğu sorularını ekleyebilir miyiz?.
Bir başka cepheden, demokratik toplumun en vazgeçilmez araçlarından birinin örgütlenme ve örgütlenmiş bireyler olduğunu, bu nedenle STK’ların yaşamsal olduğunun altını çizip; STK’lara, yani kendimize, her birimize okunduğu şekliyle esemes kampanyaları ile bu işi çözüp çözemeyeceğimizi, enerjimizin büyük kısmını buralarda harcarken. Örneğin kenti ve Ülkeyi yönetenlere “yılda kaç köprülü kavşak yapacağınızı, kaça yapacağınızı, ne zaman bitireceğinizi büyük afişlerle, törenlerle açıklıyorsunuz da, engellilere ilişkin bizim bilip, denetleyebileceğimiz, önerip, eleştirip, gerekirse destek olacağımız yıllık,5 yıllık programlarınızı niye açıklamıyorsunuz” yada Ülkemizi yöneten siz değerli yöneticiler “ bizi de ilgilendiren yasaları hazırlarken, çıkartırken görüşlerimizi neden almıyorsunuz, bugün bir uygulama başlatıp, canınız istediğinde neden kaldırıyorsunuz, bu büyük ve güzel Ülkemizde hala engellilerin gerçek sayısını, hangi hizmete gereksinim duyduklarını saptayamıyorsunuz” sorularını neden sormadığımızı, soramadığımızı sorgulamalı mıyız?
Yurttaş olmak zor ama onurlu bir süreç. Kimseyi ötekileştirmeden, her bireyi özgür, onurlu ve toplumun saygın bir parçası olarak yaşatmak ve yaşamaya olan inançla.