Yücel YÜCEL
Kadim Orta Doğu, insanlık ve dinler tarihi ile neredeyse özdeşleşmiş olan; karaları denizlere, denizleri okyanuslara, medeniyetleri medeniyetlere bağlayan; ticaret, ekonomi ve siyaset açısından fevkalade stratejik bir bölgedir. Bölge aynı zamanda kara ve deniz yolları üzerinden Çin, Hindistan, Avrupa ve dolaylı yollardan dünyayı etkileyebilecek bir konuma sahip.
Sanayi devrimi ile birlikte XX. yüzyılın başlarında petrol, hızlı değer kazanmıştır. Orta Doğu’nun petrolce zengin olması, bölgenin önemini daha da artırmış ve bölge ticaret yolları hızla gelişerek, neredeyse vaz geçilmez hale gelmiştir.
Sanayi devrimi ile birlikte üretim faktörlerinin, emek—yoğun süreçten, makine ve endüstri yönündeki dönüşümünden sonra temel ihtiyaç olarak ortaya çıkan enerjinin, XX. yüzyıl başında kömür yerine petrol ile ikamesi sonucu, petrolü zengin yer altı kaynaklarını topraklarında bulunduran Ortadoğu'nun kaderi de değiştirmiştir. İlerleyen dönemde sanayi devriminin ikinci aşamasının gerçekleşmesi ile birlikte de hammaddelerin işlenmesi için o güne kadar kömüre dayalı yürütülen ekonomik faaliyetler, 20. Yüzyılın başlarından itibaren yerini yavaş yavaş petrole bıraktı. Küresel hakimiyet yarışındaki ülkeler için bu durum askeri, siyasi ve ekonomik alanda stratejik ölçüde önemli değişikliklere sebep olmuştur. Başta İngiltere olmak üzere, bu yarışın taraflarının hiçbirisi kendi sanayi üretimleri için gerekli petrole sahip değillerdi. Sanayilerinin ucuz ve güvenli yoldan enerji ihtiyacını karşılama isteğinin yanında, deniz yollarının güvende tutulması güdüsü, yakın tarihin en önemli jeopolitik sahasını, bir politik-askeri ve siyasi çatışma alanı haline getirmiştir. Bu saha hiç kuşkusuz hem konumu hem de kaynakları ile Ortadoğu'dur.1
Dün de bugün de Ortadoğu denildiğinde ilk olarak akla; Türkler, Araplar ve Kürtler gelmektedir. Orta Doğu halkları üzerinde en çok plan yapılan ve uygulanan Kürt halkı olmuştur.
Hangi açıdan, hangi değer ve bilimle bakarsanız bakın, Orta Doğu yerkürenin en kıymetli noktası ve bu yüzden de uluslararası hesaplaşmanın merkezidir. Bu yönüyle tarihin her evresinde dünyaya hükmetmek isteyen her devlet, önce söz konusu sahaya hakim olmaya çalışmıştır. Bu hakimiyet çabası içerisinde olan devletler, bölgede yaşayan halklardan faydalanarak, hedeflerine ulaşma yolunu seçmişlerdir. Bu noktada İngiltere’nin XX yüzyıl başlarında Orta Doğu'da Arapları ve Kürtleri kendi menfaatleri için kullanması, projenin sahipleri için bölgenin o tarihlerde hakimi olan Osmanlı Devleti’nin hakimiyetini kırması yönüyle de en optimum yol olarak görülmüştür. İngiltere için Orta Doğu'nun bir sosyolojik gerçeği olan Kürtlere yönelik çalışmalarda, birlikte yaşama ve ortak kültür olgusu, ilk hedefteki konulanlar arasında yer almaktadır. Farklı bir millet yaratarak. Türk toplumsal birliğini parçalamak bu projelerin eski ve en uzun serüveni olmuştur. Bölgede faaliyet gösteren İngiliz istihbarat görevlileri için Kürt etnisitesi bölge üzerinde İngiliz politikalarının uygulanabilmesi için kullanılabilir bir araç olmuş ve bu amaçla sahada XX. yüzyılın başlarından itibaren görev yapan İngiliz istihbaratçıları bu hedefe yönelik çalışma yapmışlardır. Bölgede yürütülen üç ana faaliyet; bilgi toplama, örtülü operasyon ve psikolojik harekat olarak açıklanabilir. Bölgede İngiliz İstihbaratının yürüttüğü faaliyetler anlamında öne çıkan üç önemli kişiden ( E. W. C Noel, C.J Edmonds, E.B. Soane) söz edilebilir.1
Bu amaç için, İngiliz İstihbaratçı Binbaşı Noel, Güney Doğu Anadolu ve özelinde de Nusaybin ile ilgili çalışmalar yaparak ayrıntılı bir rapor hazırlamıştır.
Kürtlerdeki toplumsal örgütlenmenin yapısını ve niteliğini iyi bilenler, bağımsız bir Kürt Devleti'nin kendi gücüyle ayakta kalması olasılığının son derece zayıf olduğunun ayrımındadırlar. Kürtlerin kendi aralarında birlik ve bütünlük oluşturmaları yakın zamanda mümkün gözükmemektedir. Daha 1918 yılında Arnold T. Wilson tarafından yapılan bu saptama halen geçerliliğini korumaktadır. Aşiret ilişkileri üzerine siyasi bir kurumlaşma yapılandırılamaz. Tarihin hiçbir döneminde, başka hiçbir etnik gruba, kendi siyasi yapılarını oluşturabilmeleri için; 20. yüzyılda ve özellikle son 15 yılda Kürtlere verilen destek ölçüsünde bir destek verilmemiştir. Buna karşın Kürtler, aralarındaki anlaşmazlıkları aşarak kendi ayakları üzerinde durmayı başaramamışlardır. Bugünkü yapı, varlığını bütünüyle ABD askerî korumasına borçludur. Amerikan koruması kalktığı anda Kuzey Irak'taki "devlet" kâğıttan bir kale gibi birdenbire yıkılacaktır. O zaman Kürtler, onları “hain" kimliğiyle damgalamış olan diğer bölgesel güçlerle ilişkilerinde çok zor bir durumda kalacaklardır. Bu gerçeği bildikleri için ABD ve İsrail, süreci kendi inisiyatifleri altında sonuçlandırmaya kararlı görünmektedirler, Başlangıçta Irak'ta göstermelik bir federasyon kurulsa bile, bu zorlama ve geçici bir yapılanma olacaktır. Amerikan işgali, Irak'ın toprak bütünlüğünü fiilen ortadan kaldırmıştır. Atılacak son adım bu durumun resmen kabul ve ilan edilmesidir. Bu adım atıldığında bölge; İsrail Devleti'nin kurulmasının yol açtığından çok daha büyük bir çatışma ve kaos ortamına sürüklenecektir. Çünkü İsrail Devleti'nin karşısında esas itibariyle yalnızca Araplar vardı. "Kürdistan" Devleti'nin karşısında ise, tüm bölge güçleri yer alacaktır. Ortaya çıkacak çatışma ve kaostan tüm bölge halkları zarar görecektir. Fakat kuşkusuz en ağır bedeli yine Kürtler ödeyecektir. Ancak emperyalizme güvenilemeyeceği konusunda tarihten ders almayanların bu aymazlıklarının bedelini er geç ödemeleri kaçınılmazdır.2
Papa Francis'in Apostolik Irak ziyareti, doğuracağı sonuçları itibariyle, uzun dönemde daha çok konuşulacaktır. Ziyaretin görünen yüzü, Irak'taki Hristiyan azınlığın haklarının korunması ve himaye edilmesi olarak görünse de, arka planda Vatikan'ın; istikrar kazanmaya çalışan Irak'ın iç ve dış siyasetinde etkinlik kazanma, bölge politikalarını yönlendirme niyeti olduğu anlaşılmaktadır. Avrupa Birliği (AB)'nin karar verme ve irade yoksunluğu sebebiyle politika üretememesi sonucu Vatikan’nın stratejik bir aktör olarak öne çıkma çabası olduğu görülmektedir.3
Vatikan’ın dinî rolünün yanı sıra bir devlet statüsünün olması, beraberinde bir dış politikasının olması sonucunu da doğurmaktadır. Papa’nın Hıristiyan Katoliklerin ruhani lideri olması yanında devlet başkanı sıfatını taşıması, Papa’nın siyasi bir kişiliğe sahip olması ve siyasi amaçlar taşımasını da beraberinde getirmektedir.
Bu yönü ile bakıldığında Papa’nın Irak ziyaretini, Binbaşı Noel’in çalışmalarından daha farklı değerlendirmemek gerekir. Diğer bir değişle, PUL’daki harita, İngiliz Ajanı Noel’in haritasının pul hali… Unutulmamalıdır ki, Yavuz Sultan Selim'den bu yana İslam Âlemi’nin Halifesi ve Hâmisi olan Büyük Türk Devleti, her zaman her yerde şer ile mücadele edecek güce ve hafızaya sahiptir.
Basit bir pul deyip geçmemek gerekir.
Truva Atı Bir Pul...
Bir mıh,
Bir nal,
Bir at,
Bir yiğit,
Bir vatan.
__________
1-Bora İYİYAT, ‘’XX. yüzyıl Başında İngiliz İstihbaratı’nın Kürtlere Yönelik Faaliyetleri’’, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi), Haziran 2019, S.ix. Bkz. http://acikerisim.ybu.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/1276/bora_iyiat_tez.pdf?sequence=1&isAllowed=y
2-İhsan Şerif KORKMAZ, ‘’Emperyalizmin Kürt Kartı’’, Gazi Akademik Bakış, Cilt 1, Sayı 1, s.187, Kış 2007. Bkz. http://www.gaziakademikbakis.com/makale/gab-T-2018-335
3-Sinan TAVUKCU, ‘’Papa’nın Apostolik Irak Ziyareti ve Sonuçları’’, Stratejik Düşünce Enstitüsü, Mart 2021.
Bkz.https://www.sde.org.tr/sinan-tavukcu/genel/papanin-apostolik-irak-ziyareti-ve-sonuclari-kose-yazisi-21397